Nisan ayından Mayıs ayına geçerken…

Merhaba dostlar,

İlk yazımın üzerinden çok uzunca bir süre geçmiş…Günlük koşturmacanın içinde bir ton mazeret öne sürebilirim tabi. Ama yapmayacağım, yalnızca yazıma başlık olan kelimeleri çözümlemeye başlayayım bakalım, sonrası gelir nasılsa…

Efendim, baharın eskiye oranla biraz daha nazlı bir biçimde ve ağaç dallarını aldatırcasına gelme talimleri yaptığı şu günlerde hem yaşadığımız ülkede, hem de dünyada peş peşe önemli olaylar yaşıyoruz sanki. Belki de sadece öyle zannediyoruz. Fotoğrafın hep bir detayına takılıp, genelini görmeme hastalığına yakalanmamışızdır ümid ederim. TBMM’nin açılışının 90. yılına şahit olduğumuz şu günlerde, yasama-yürütme-yargı üzerine yapılan tartışmalar bitmeden, ilk kez “sayın istanbul valisinin teveccühüne tabi” bir “1 mayıs” buluşmasının hareketliliği başladı bile ülkemizde…Bunun dışında çok yoğun iç-dış gündem artık takibi imkansız süper hızlı trenler gibi gözlerimizin önünden akıp gidiyor.

peki, ne yapmalıyız bu hengame içinde? Ne olmalı olaylar ve insanlar karşısındaki duruşumuz? Siyasi-ideolojik, etnik veya dinsel temelli kimliklerimiz bu ülkede yeterince can yakmadı mı? Artık birlikte yaşamayı, farklılıklarımızı değil birlikte neler yapabileceğimizi konuşmanın zamanı gelmedi mi? Bence, artık bunun zamanıdır. Bizans düşerken, kendilerini kurtaracak meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışan Bizans sakinlerinin durumundan artık kendimizi kurtarmalıyız. Bir çakıl taşını bile vermeyiz diyenler her yıl erozyona verdiğimiz toprağın hesabını artık yapmalılar. Bu ülkeyi parçalamak isteyenler de, geçmişte bu toprakların insanının bam telinin hassaslığına dikkat etmeliler. Karayollarında her yıl binlerce insanımızı ölüme veya sakatlanmaya mahkum eden zihniyet, artık demiryollarının ve şehirlerde raylı sistemlerin ve toplu taşımanın daha insani ve çağdaş yöntemini bulmalıdır. Şehirleri yönetenler geçen yüzyılın despotluklarını yönettikleri belde sakinlerine aymaz bir edayla, sanki koltuklarından hiç inmeyecekmişçesine, uyguluyorlar. Artık bu “idareciler” için hesap verme vakti gelmelidir. İdeolojik rengi ne olursa olsun hükümetler, insan için çalışan yerel yöneticileri ödüllendirmeli, ideoloji – suistimal – yolsuzluk üçgeninde kaybolan yerel yöneticileri de tenkit edebilmelidir.

İletişimin sınırları ve duvarları anlamsız kıldığı bir çağda, ne Ortadoğu diktatörleri ne de “demokrasi havarisi” Amerikan askerleri günahlarını gizleyememektedirler artık. Dünyanın sınırlı enerji kaynaklarını veya yer üstü zenginliklerini kapma yarışındaki Batılı ülkelere kızmak veya lanet okumak devri geride kalmalıdır, çünkü onlar kendi çıkarlarını gözetmektedirler. Dünyanın gözü önünde, yarım yüzyıl önce yaşadığı mağduriyeti hala pazarlama malzemesi yapan ve öte yandan Filistinli çocuklara misket bombaları ve zehirli gazlarla “misillemede bulunan” İsrail, yalnızca kendi çıkarlarını gözetmektedir. Yapılması gereken onların ne yaptıklarından ziyade, bizim ne yapamadığımız değil midir??

Tüm bunları düşünelim bakalım… Ve aynanın karşısında sabahleyin kendimize bakarken, ne kadar kalacağımızı blmediğimiz dünyada, faydalı neler yaptığımızı tekrar gözden geçirelim….

Elbet, ümidimizi, tüm yaşananlara rağmen koruyarak, açan her çiçeğin, doğan her günün ve yağan her yağmur damlasının farkına / keyfine vararak yapalım. Belki o zaman gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın korkunçluğuna rağmen bir şeyler yapabilmek için gerekli enerjiyi her hücremizde yeniden hissederiz…

Bir başka yazıda görüşmek ümidiyle,

Sevgi ve selamlarımla,

Taner ZORBAY – 29 Nisan 2010, Ankara.