Söz yine Batuhan’da…
Toplamda 24 saatten fazla süren uzun bir yolculuğun ardından 22 mart akşamı (Türkiye için 23 mart sabahı) Kosta Rika’nın başkenti San Jose’ye ulaştık. Kosta Rika nemli ve sıcak bir iklimin hakim olduğu, Pasifik Okyanusu ve Karayip Denizi’ne kıyısı olan, yeşil ve koyu kahverengi tepelerden oluşan sıcakkanlı bir halka sahip güzel bir ülke. Bilimsel liderimiz George Luther havaalanına yakın bir otelde yer ayırtmış, otele yerleşip diğerlerini beklemeye koyulduk. Bizden yaklaşık bir saat sonra ekibimizin kalabalık bir grubu daha otele vardı. Farklı alanlarda uzman, oldukça renkli insanlardan oluşan bir ekibimiz var, ilerleyen günlerde bazılarını ve çalıştıkları konuları tanıtabilirim.
Kosta Rika’da jet lag ile mücadele ederek geçirdiğim ilk gecenin ardından güne hayatımda duymadığım kuş seslerini dinleyip, merak ederek uyandım. Otelin bahçesine çıktığımda bizim kumrulara benzeyen fakat sesi ve görünüşü çok farklı olan kumrular ilk dikkatimi çeken kuşlar oldular. Ve daha bir sürü ilginç küçük ötücü ile karşılaştım ama maalesef çantamda dürbünüme yer kalmamıştı. Kuş bahsini şunu söyleyerek kapatayım: ülkemizde gördüğümüz kuşların birer benzerinin burada olması ve ekosistemdeki yerlerini almış olması oldukça ilgi çekici ve üzerine okuyup düşünmeyi gerektiren bir konu. Kahvaltımızı yaptıktan sonra ekibin derin deniz sensörlerini geliştiren ve en renkli kişiliklerinden biri olan Don Nuzzio bir araç ayarladı ve otelin yakınlarındaki Alajuela isimli küçük kenti ziyarete gittik. Alajuela, en yükseği üç katlı olan evlerin ızgara şeklinde dizilmesiyle oluşmuş kabaca dikdörtgen şeklinde küçük bir kent. Mango ağaçları ve diğer tropikal ağaçların olduğu geniş bir meydana bakan, Güney Amerika kolonyal mimarisinin özelliklerini yansıtan büyükçe bir katedrale sahip.
Katedrale girdiğimizde bir bebeğin vaftiz töreni vardı ve herkes çok mutlu görünüyordu, selam verip yolumuza devam ettik. Bir sonraki durağımız Juan Santa Maria Müzesi’ydi. Juan Santa Maria 1800lerdeki bir iç savaş sırasında ülkesi ve halkı için kendini feda etmiş bir halk kahramanı, Kosta Rika’nın karmaşık bağımsızlık ve savaşlar tarihini anlatan bir müze ona adanmış. Bu geziye çıkarken aklımda hep okyanus ve derin denizdeki yaşam olduğundan Kosta Rika ile ilgili dersime yeterince çalışmamış olmanın burukluğunu hissettim müzede, zamanım olunca biraz daha öğreneceğim. Karides, pirinç ve tortilladan oluşan yemeğimizi yedikten sonra Kosta Rika’nın karmaşık trafiğinde çılgın bir şoföre emanet otele döndük ve Atlantis’in bizi beklediği Puntarenas’a yolculuğumuz için hazırlıklara başladık.
İnsanların kişisel eşyaları, bilimsel araç gereç derken oldukça ağır ve hacimli bir yüke sahip olduğumuzu farkettim, tüm bu eşyalar ve yirmi insan ve o kadar eşya için küçük sevimli, mavi bir otobüs geldi. Hassas sensörler ve bilgisayarları otobüsün tepesine bağlamak ile arka koltuklara yığma seçenekleri arasından en azından uçup gitme riskinin daha az olduğu ikincisini tercih ettik ve bir zincir oluşturarak yüklemeye başladık.
Yeşil tepeler, nehirler, vadiler, volkanik kayalar arasında bir buçuk saatlik bir yolculuğun sonunda Pasifik karşımıza çıktı, yaşadığım mutluluk ve heyecanı kelimelere dökmem mümkün değil. Bu heyecan ve mutluluk biraz açıkta demirli bizi bekleyen R/V Atlantis’i gördüğümde katlandı, kabıma sığamaz oldum. Kendimi otobüsten dışarı attığımda sıcak ve nemli bir hava kütlesi beni sarmaladı ayakkabılarımı fırlatıp sahile koştum, Puntarenas’ın volkanik kökenli simsiyah kumları ayaklarımın etrafında, gözüm açıktaki Atlantis’te bir süre öylece durdum.