Semih Gümüş
Mario Vargas Llosa, 2010 Nobel Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşmada, okumanın ve yazmanın güçlüklerini ve yollarını öyle canlı ve etkileyici biçimde anlatıyor.
Roman, yaşadıklarımıza ilişkin, ister istemez savlı konulara saplanır. Hikâyemizi bize ait olmaktan çıkarıp başkalarına da ait kılmaya çalışması bundandır. Bu yüzden kendimizi pek değil de, başkalarını daha çok bulduğumuz yerdir roman. Yazarken tersi olabilir; ama okurken, başkalarının bilmediğimiz yaşantıları, üstelik daha çok ilgimizi çeker. Çocukluğun ‘Define Adası’ ya da ‘Tom Sawyer’ı nasıl rüyalarımıza taşkınlıkla dolmuşsa, büyüdüğümüzde de ‘Suç ve Ceza’yı ağzımız açık okumuşuzdur. Çekimine kapıldığımız o düşdünyalar içinde yaşarken okuduklarımızın ötesine geçmek için bizi uçan halıların üstüne edebiyattan başka ne çıkarır.
Bunu ben de yazarım, diyemediklerimiz, çoğu kez edebiyatın yüzlerce yıl boyunca özenle saklayıp korudukları olur. Arada bazı metinler aldatır bizi; apaçıklığı ve yalınlığı aynı biçimde yakalanıverilecekmiş gibi gelen bir Hemingway öyküsünün yazılmasının ne denli zor olduğunu bilmiyorsak, yazmaya başlayınca anlatır sözcükler. Yaratıcı yazarın önünde birer direnç gibi dikilmeye başlayan sözcükler, metnin en küçük birimleri olarak, birbirlerine kusursuz biçimde bağlanmak zorundadır. Amerikan öykücülerinin her şeyi sıradanlaştırarak dümdüz anlatıyormuş gibi yazdıkları öyküleri erişilmesi zor buluyorsam, yalnızca benim öykü anlayışımdan değil.
Yazmak, zor elbette, yeni başlarken daha da zordur. Öykü ya da roman, yazılma sürecinde sıkı ve uzun bir okuma sürecinden geçmeyi zorunlu tutar. Mario Vargas Llosa, 2010 Nobel Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşmada, okumanın ve yazmanın güçlüklerini ve yollarını öyle canlı ve etkileyici biçimde anlatıyor ki, “Okumaya ve Kurmacaya Övgü” adıyla sunulmuş bu konuşmanın tam metninin özellikle yeni yazarlarca hemen okunmasını öneririm. Flaubert’den Conrad’a, okuduğu büyük yazarlardan neler öğrendiğini anlatıyor Llosa, şunu ekliyor: “Bu konuşmamda bir şeyler ya da pek çok şey borçlu olduğum tüm yazarları saymaya kalksam, onların gölgeleri bizi karanlıkta bırakır. Saymakla bitmezler.” Yazarların da başucu yazarları ve kitapları vardır ya, onların bazıları daha yakınımızda durur, ama uzağımızda duranlar da sık sık yanı başımıza gelip kendilerini hatırlatır, yazmakla ilgili sıkıntılarımızı gidermek için omuz verirler.
Yeteneğin, insana doğadan verilmiş olmadığını düşündüğüm için, yaratıcı yazının hamuruna karışmış olmadığını da düşünüyorum, ama bana hep ilginç gelmiştir: En gençler, sözgelimi lise yıllarında yazmaya yönelmiş olanlar, yeteneğe çok daha büyük bir değer biçiyor; onları yeteneğin sonradan kazanılmış bir özellik olduğuna inandırmakta daha çok güçlük çekiyorum. Demek ilkgençlik yıllarında insanın düşüncelerini savurma eğilimi, düşler içinde yaşama ve kendi doğasına güven, olgunluk yıllarından daha güçlü ve esnek. Oysa zamanla çalışma geçiyor öne; çalışma her şeyin hareket ettirici gücü, yaratıcı yazının enerji kaynağı gibi görünmeye başlıyor. Dolayısıyla yazdıklarımızı sabırla dokunmuş bir elekten geçirdik mi de, onların hemen ilgi görmesini bekliyoruz, sorusu gelir önümüze. Anlatacak hikâyeler bulmak, hele bu ülkede, çevresinde olup bitenlere duyarlı hiç kimse için zor olmamalı. Orada ayrıntıların nasıl bulunacağıyla ilgilidir yaratıcı yazar.
Yazmak bir protestodur
Yazdıklarımız çoğu kez umduğumuz karşılıkları bulmayabilir. Kimi yeni yazarlar yazdıklarının okura bir şey anlatmasını, yararlı olmasını ister. Bunun paradoksu da, onların hikâyesini, onların beklentisine uygun anlatmaya çalışırken, anlatılanı etkisizleştirmektir. İnsan, edebiyattan düşünmeyi, sorgulamayı, eleştirel bir bakış açısına sahip olmayı öğrenebilirse, hayata karşı direnç aşılar. Bunları daha iyi öğrenebileceği başka bir yer de yoktur. Llosa, “Yazmak gibi, okumak da, hayatın yetersizliklerine karşı bir protestodur,” diyor. “Kurmacayı, yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız.” Okumak, nasıl yapar bunları, düşündürüyor, ama önce insanın “gözünü açar”. Sonra duruşunu değiştirir. Bu demek ki, bağımsız düşünüp davranabilen, yere daha sağlam basan bireyler, tedirgin de eder.
Hayatı demokratikleşmek
Llosa, “Öykü yazarları, hikâyeler uydururken, isteyerek ya da istemeyerek, bilerek ya da bilmeyerek, bu dünyanın kötü yaratıldığını ve fantezilerle dolu hayatın gündelik, tekdüze hayatımızdan daha zengin olduğunu gözer önüne sererek doyumsuzluk yaratırlar,” diyor. “Bu olgu yurttaşların duyarlık ve bilincinde kök salarsa, onların istendiği gibi yönlendirilmeleri daha zorlaşır, onları parmaklıklar ardında daha güvenli ve daha iyi bir hayat yaşayacaklarına inandırmak isteyen sorgucular ve zindancıların yalanlarına inanmakta daha isteksiz kılar.”
Bu sözleri yazarların özlemleriyle sınırlı görmek doğru değil. Hemen ne işe yarar edebiyat, sorusu onları değil, toplumsal beklentileri ilgilendirir. Edebiyat, ancak uzun zaman içinde güç verir ve aynı zaman içinde korkutur. Bunun fantezi olmadığını yazıyor tarih. Diktatörlerin doğrudan canlarını aldığı şairlerin ve yazarların sayısına bakınca, sözcüklerin sırrına ve gücüne yazarların duyduğu hayranlık daha da anlaşılır oluyor. Sözcüklerin zalimlere korku, insanlara sevinç ve mutluluk vermesi, onların çizgilerden oluşan biçimlerinden ya da seslerinden değil elbette; sözcüklerin bir başlarına taşıdıkları anlamlardan da değil; sözcüklerin, kurmaca içinde kazandığı anlamların kendini sürekli çoğaltan doğası, aşağıdakilere öyle güçlü bir bilinç kazandırıyor ki, yukarıdakilere sorun çıkarıyor. Edebiyat olmasaydı insanın tarihinde, ne olurdu, düşünmek bile tüyler ürpertici.
Üstelik düşünceden sonra gelip onu tamamlayan bir yanı da var edebiyatın. Düşünce, dediğimiz, öncelikle insanların yeni bir toplum biçimi kurmak, gelecek tasarılarını canlandırmak için yarattığı dizgesel ilkeler bütünü. İnsanları kalıplandırır, biçime sokar, ortalamaya indirir, sertleştirir. Oysa edebiyatın orada araya girmesidir insanı çemberinden kurtaran. Baktıklarımızın, bizim gördüklerimizden başka yanları da olduğunu anlatır edebiyat. Kuşkuları ve soruları çoğaltır, dolayısıyla insanın düşünme biçiminin niteliğini yükseltir.
1980’lerden sonra düşünce zorunlu nedenlerle geriye çekilirken edebiyatın onun yerini almak için öne çıkmaya başlaması, aslında hazırlıksız yakalandığımız bir durumdu, ama neden sonra görüldü ki, bunun da olumlu katkısı büyük oldu. Okuma kültürünün yükselmesi ve yazınsal metni okuma biçimlerinin zenginleşmesi, bu kez edebiyatımızın daha nitelikli değerlendirilmesine yol açtı. Bir zamanlar anlayamadıklarımız anlaşılmaya başladı. Oğuz Atay’ın edebiyatımızın modernizmi içindeki önemini, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kısıtlı roman dünyamızın temelini sağlamlaştırdığını, Vüs’at O. Bener’in benzersiz bir yazar olduğunu anlamak için, yeni zamanları beklemek gerekmişti.
Önemli olan şu ki, Tanpınar, Oğuz Atay ya da Vüs’at O. Bener’in daha iyi anlaşılmasının, dolayısıyla edebiyatın içselleştirilmesinin etkileri, edebiyatın sınırlarında kalmaz. Sınırın ötesindeki yaşam biçimlerini de etkiler bu değişim, bütün toplumun ortalama niteliğinin yükselmesine katkıda bulunur. Ve insan, bu kitaplar arasında ve kendini onların anlattığı hikâyelerin parçası gibi hissederek yaşadıkça, hayatı kendiliğinden demokratikleştirmiş olur.
Bunu açık seçik görmek kolay değil belki. Edebiyatın çoğu kez siyasetin diliyle konuşulup ideolojilerin gölgesinde kaldığı, edebiyatı edebiyat gibi okumanın çok sık zora koşulduğu yerde, insanları kısa erimli çıkarlar daha çok ilgilendirir ya da öyle olduğu için, etkileri ancak uzun zaman içinde görülebilecek edebiyat, yazınsal değerleri göz önünde tutulmadan okunur, harcanır bir bakıma. Gelgelelim, bu yaklaşımlar da, Llosa’nın ömrünü doldurmuş diktatör için söylediği gibi, fosilleşir, fosilleşmeye zorunludur.
Mario Vargas Llosa’nın “Okumaya ve Kurmacaya Övgü” yazısının son bölümü dururken, bu yazıyı tamamlayacak söz aramak gereksiz geliyor:
“Edebiyat, bize sahip olmadığımız şeylere sahip olabilme, kendimizi pagan tanrıları gibi aynı anda hem ölümlü, hem de ölümsüz hissettiğimiz o olanaksız varoluşa erişebilme umudunu sunduğunda, ruhlarımıza uzlaşmazlık ve isyan kattığında, insan ilişkilerindeki şiddetin azalmasına katkıda bulunan tüm kahramanca eylemlerin ardında yatan bütün bu şeyleri kattığında, bir büyü gerçekleşir. İşte bu yüzden, hayal etmeye, okumaya ve yazmaya devam etmeliyiz; ölümlülüğümüzün ağırlığını hafifletmenin, zamanın aşındırmasını alt etmenin ve olanaksızı olası kılmanın bugüne kadar bulduğumuz en etkili yolu budur.”
*Notos, Şubat-Mart 2011, S: 26