Edebiyat Ne İşe Yarar? – I
Mario Vargas LLOSA
Çeviren: Celâl Üster 8/07/2001Radikal Kitap Eki
“Kitap okumayan, edebiyata el sürmemiş bir insanlık, kaba ve ilkel dili yüzünden ürkütücü iletişim sorunları yaşayan bir sağır-dilsizler topluluğuna döner. Aynı şey bireyler için de geçerlidir. Hiç okumayan, az okuyan ya da yalnız süprüntü okuyan insan, engelli bir insandır”
Kitap fuarlarında ya da kitabevlerinde sık sık başıma gelmiştir: Efendiden bir adam yanıma yaklaşıp imza ister. Ya karısı içindir, ya kızı, ya da annesi. “Kitap okumayı çok sever,” der, “edebiyata bayılır.” Ben de hemen sorarım: “Ya siz? Siz kitap okumaktan hoşlanmaz mısınız?” Yanıt hemen her zaman aynıdır: “Hoşlanmaz olur muyum, ama başımı kaşıyacak vaktim yok.” Bu açıklamayı kimbilir kaç kez işitmişimdir. Böyle binlercesinin yapacak o kadar çok önemli işi, hayatta o kadar çok yükümlülük ve sorumluluğu vardır ki, değerli vakitlerini saatlerce roman ya da şiir okuyarak harcayamazlar. Bu yaygın anlayışa göre, edebiyat her zaman onsuz edilebilir bir iştir; hiç kuşkusuz, insanın duyarlığını ve görgüsünü artıran yüce ve yararlı bir uğraştır edebiyat, ama ancak boş vakti olan insanların göze alabileceği bir eğlence, takıp takıştırabileceği bir süstür. Hayat kavgasında vazgeçilmez olan görev ve ödevlere “öncelik tanınması” gerektiğinde, edebiyat hiç duraksamasız gözden çıkarılabilir.
Öyle görünüyor ki, edebiyat giderek daha çok bir kadın işi olmuştur. Kitabevlerinde, yazarların verdiği konferanslarda ya da okuma günlerinde, hattâ üniversitelerin beşerî bilimlere ayrılmış bölümlerinde, kadınların sayısı erkeklerden çok daha fazladır. Bu olgu genellikle şöyle açıklanıyor: Orta sınıftan kadınlar, erkekler kadar çalışmadıkları için daha çok kitap okuyorlar. Kadınlarla erkekleri katı sınıflamalara ayıran, kadının ve erkeğin birbirinden farklı erdem ve kusurları olduğu görüşünden yola çıkan açıklamalardan hiçbir zaman hoşlanmamışımdır; ne var ki, edebiyat okurlarının sayısının her geçen gün azaldığı ve kalan okurlar arasında da kadınların ağır bastığı açık.
Bu, her yerde böyle. Sözgelimi, İspanya Yazarlar Birliği’nin İspanya’da kısa bir süre önce yaptığı bir araştırma, ülke nüfusunun yarısının bugüne kadar tek bir kitap okumamış olduğunu ortaya koydu. Araştırma, ayrıca, kitap okuyan azınlık içinde, kitap okuduğunu söyleyen kadınların sayısının erkeklerden yüzde 6,2 daha fazla olduğunu gösterdi. Bu kadınlar için seviniyorum; ama bu erkeklere ve kitap okuyabilecekken okumamaya karar vermiş olan milyonlarca insana acıyorum.
Edebiyatı olmasa da olur bir eğlencelik olarak gören anlayışa karşı ve edebiyatı, zihnin en önemli ve en gerekli uğraşlarından biri olarak, modern ve demokratik bir toplumun yurttaşlarının, özgür bireylerden meydana gelen bir toplumun oluşumu için onsuz edilemez bir etkinlik olarak gören anlayıştan yana birkaç görüş sunmak istiyorum.
Edebiyat bir ortak paydadır
Bilim ve teknolojinin olağanüstü gelişmesi, böylece bilginin sayısız parça ve bölümlere ayrılması sonucunda, bilginin uzmanlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Uzmanlaşma, kuşkusuz, birçok yarar getirir. Ama olumsuz sonuçları da vardır, çünkü insanların bir arada var olmalarını, birbirleriyle iletişim kurmalarını ve bir dayanışma duygusu içinde olmalarını olanaklı kılan ortak düşünsel ve kültürel özellikleri yok eder. Uzmanlaşma, toplumsal anlayışın yok olmasına, insanların teknisyenler ve uzmanlar gettolarına bölünmelerine yol açar. Edinilen bilgiler gittikçe daha kendine özgü ve bölmeli bir duruma geldikçe, bilginin uzmanlaşması, özelleşmiş dilleri ve giderek daha fazla gizli şifreyi gerektirir. Eskilerin, yapraklara bakıp ağacı görememek, ağaçlara bakıp ormanı görememek dedikleri, aslında bu ayrıntıcılığa ve bölünmeye karşı bir uyarıdır. Ulusların ve bireylerin tekbenciliği, nefretlere, savaşlara ve hattâ soykırımlara neden olan paranoya ve hezeyanlara, gerçekliğin çarpıtılmasına neden olur.
Günümüzde, uzmanlaşmaya ve uzmanlaşmanın çapraşıklıklarına yol açmış olan bilginin sonsuz zenginliği ve bilginin evriminin hızı yüzünden, bilim ve teknoloji bütünleştirici bir rol oynayamaz. Ama edebiyat, meslekleri, hayattaki amaçları, coğrafî ve kültürel konumları ve kişisel durumları ne kadar farklı olursa olsun, insanların kendilerini tanıyabildikleri ve birbirleriyle konuşabildikleri insan yaşantısının ortak paydalarından biridir. Edebiyat, bireylerin, hayatlarının tüm özellikleri içinde, tarihi aşmalarını sağlamıştır: Cervantes, Shakespeare, Dante ve Tolstoy’un okurları olarak, zamanı ve mekânı aşarak birbirimizi tanırız ve kendimizi aynı türün üyeleri olarak duyumsarız; çünkü bu yazarların yapıtlarını okurken, insanlar olarak neyi paylaştığımızı, bizi birbirimizden ayıran engin farklılıkların ötesinde hepimizde ortak olanı öğreniriz. Bütün uluslardan insanlar temelde eşittir, onların arasına ayırımcılık, korku ve sömürü tohumlarını eken yalnızca adaletsizliktir: İnsanları, önyargının, ırkçılığın, dinsel ya da siyasal bağnazlığın ve kendi dışındaki her şeyi dışlayan milliyetçiliğin aptallıklarına karşı, tüm büyük edebiyat yapıtlarında karşımıza çıkan bu hakikatten daha iyi hiçbir şey koruyamaz.
Etnik ve kültürel farklılıklarda insanlık mirasının zenginliğini görmeyi ve bu farklılıkları insanlığın çok yönlü yaratıcılığının belirtisi olarak değerlendirmeyi, edebiyattan daha iyi hiçbir şey öğretemez. İyi edebiyat yapıtlarını okurken, hiç kuşkusuz, büyük bir keyif alırız; ama aynı zamanda, insan bütünlüğümüz ve insanca kusurlarımız içinde, yaptığımız işler, düşlerimiz ve karabasanlarımızla, bir başımıza ve bizi başkalarına bağlayan ilişkiler içinde, toplumdaki imgemizde ve bilincimizin gizli kovuklarında ne olduğumuzu ve nasıl olduğumuzu öğreniriz.
Geçmişe kurulan köprü
İsaiah Berlin’in deyişiyle, bu çelişkili doğruların karmaşık toplamı, insanlık durumunun özünü oluşturur. Günümüz dünyasında, insana ilişkin bu bütünlüklü ve canlı bilgi, ancak edebiyatta bulunabilir. Beşerî bilimlerin öteki dalları bile felsefe, tarih ve toplumsal bilimler bile bu bütünleyici vizyonu, bu evrenselleştirici söylemi sağlayamamıştır. Beşerî bilimler de, düşünceleri ve söz dağarları sıradan insanların çok uzağına düşen parçalanmış ve teknik bölümlerde gittikçe daha kopuk bir niteliğe bürünerek, bilginin kanserli bölüm ve altbölümlerine gömülmüştür. Bazı eleştirmen ve kuramcılara kalsa, edebiyatı bile bilime dönüştürürler. Ama bu hiçbir zaman olmayacak; çünkü edebiyat, varlığını, yaşantının yalnızca tek bir alanını araştırmaya borçlu değildir. Edebiyat, parçalanıp bölümlere ayrılırsa ya da şemalara ve formüllere indirgenirse ortadan kalkacak olan insan hayatını düşgücü aracılığıyla zenginleştirerek var olur. Proust, “En sonunda aydınlığa, gün ışığına kavuşmuş gerçek hayat, tastamam yaşanmış biricik hayat edebiyattır” derken, bunu söylemek istemiştir. Bana kalırsa, Proust’un bu sözlerinde hiç abartı yoktur; bu sözler, Proust’un yalnızca yazarlık uğraşına duyduğu aşktan da kaynaklanmamaktadır. Proust, burada, belirli bir önermede bulunmakta; edebiyatın, hayatın daha iyi anlaşılmasını ve daha iyi yaşanmasını sağladığını ve hayatı daha tastamam yaşamanın, onu başkalarıyla birlikte yaşamayı ve paylaşmayı gerektirdiğini söylemek istemektedir.
Edebiyatın insanlar arasında kurduğu kardeşlik bağı, onların diyaloga girmelerini,
ortak bir köken ve ortak bir ereğin bilincine varmalarını sağlayarak, tüm zaman engellerini aşar. Edebiyat, bizi geçmişe taşır ve bize erişmiş olan o metinlerde, şimdi bize keyifler yaşatan ve düşler kurdurtan o metinlerde bir zamanlar keyifler yaşamış ve düşler kurmuş insanlara bağlar bizi. Zamanın ve mekânın ötesinde, ortaklaşa insan yaşantısının bir parçası olduğunu duyumsamak, kültürün en büyük zaferidir ve bu duygunun her kuşakta yenilenerek sürmesine hiçbir şey edebiyattan daha çok katkıda bulunamaz.
Dil ile oluşturulmuş bir hayat
“Edebiyat ne işe yarar?” sorusu, Borges’i her zaman tedirgin etmiştir. Borges, bu soruyu aptalca bulmuş ve, “Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir günbatımı ne işe yarar diye sormak kimin aklına gelir!” diye yanıtlamıştır. Böylesine güzel şeyler varsa ve bu güzel şeyler sayesinde hayat bir an için de olsa daha az çirkin ve daha az hüzünlü olabiliyorsa, bunlara yararcı doğrulamalar aramanın ne âlemi vardır? Ama gene de, “Edebiyat ne işe yarar?” sorusu fena bir soru değildir aslında. Çünkü, romanı ve şiiri yaratan rastlantı ya da doğa değildir ki, romanlar ve şiirler, bir kuşun şakımasıyla ya da batmakta olan güneşin görünümüyle aynı şey olsun. Romanlar ve şiirler insanlar tarafından yaratılmıştır, dolayısıyla da nasıl ve neden doğduklarını, amaçlarının ne olduğunu ve neden bu kadar kalıcı olduklarını sormakta bir sakınca yoktur.
Edebiyat yapıtları, yazarın bilincinin mahremiyetinde; altbilincin, yazarın çevresindeki dünyaya duyarlılığı ile duygulanımlarının birleşik gücünün izdüşümünde, şekilsiz hayaletler olarak doğarlar; şair ya da yazar, sözcüklerle boğuşarak, bütün bu şeylere yavaş yavaş biçim, vücut, hareket, ritm, uyum ve hayat verir. Hiç kuşkusuz, yapay bir hayat, düşlenmiş bir hayat, dil ile oluşturulmuş bir hayattır bu; ama gene de, bazıları sık sık, bazıları arada sırada da olsa insanlar bu yapay hayatı ararlar, çünkü gerçek hayat onlara yetmez, onlara istediklerini sunmakta yetersiz kalır. Edebiyatın varlığı, tek bir bireyin yapıtıyla başlamaz. Edebiyat, ancak, o yapıt başkalarınca edinildiği, toplumsal hayatın bir parçası durumuna geldiği, okunarak paylaşılan bir yaşantıya dönüştüğü zaman var olur.
Edebiyatın ilk yararlı etkilerinden biri, dil düzeyinde gerçekleşir. Yazılı bir edebiyatı olmayan bir topluluk, başlıca iletişim aracı olan sözcüğü edebiyat metinleriyle geliştirmiş ve yetkinleştirmiş bir topluluk kadar şaşmazlıkla, nüans zenginliğiyle ve açıklıkla ifade edemez kendini. Okumayan, edebiyata el sürmemiş bir insanlık, kaba ve ilkel dili yüzünden ürkütücü iletişim sorunları yaşayan bir sağır – dilsizler topluluğuna, sözcük oluşturma yetisinden tümüyle yoksun bir topluluğa döner. Aynı şey bireyler için de geçerlidir. Hiç okumayan, az okuyan ya da yalnızca süprüntü okuyan bir insan, engelli bir insandır: Çok konuşabilir, ama az şey söyler, çünkü söz dağarı kendi kendini dile getirmeye yeterli değildir. Yalnızca sözsel bir sınırlılık değildir bu. Aynı zamanda zihinde ve düşgücünde bir sınırlılığı da gösterir. Düşünce yoksulluğudur, çünkü içinde bulunduğumuz durumun gizlerini kavramamızı olanaklı kılan düşünceler ve kavramlar, sözcüklerden bağımsız bir biçimde var olmaz. Düzgün konuşmayı iyi edebiyattan, yalnızca iyi edebiyattan öğreniriz. İyi konuşmak, dili zengin ve çok yönlü bir biçimde kullanabilmek için, düşünmeye, öğretmeye, öğrenmeye, söyleşmeye ve aynı zamanda düşler ve fanteziler kurmaya, duyumsamaya daha iyi hazırlıklı olmak gerekir. Sözcükler, tüm eylemlerimizde, dille uzak yakın bir ilgisi yokmuş gibi görünen eylemlerimizde bile, içten içe yankılanır. Dil, edebiyat sayesinde, evrilip gelişerek inceliklerin ve üslûbun yüksek düzeylerine eriştikçe, insanların keyif alma olasılığını artırmıştır.
Edebiyat, aşkın, tutkunun ve cinselliğin sanatsal yaratı niteliği edinmesine bile katkıda bulunmuştur. Edebiyat olmasaydı, erotizm olmazdı. Aşk ve haz, daha yoksul olur, duyarlık ve incelikten yoksun kalır, edebiyattaki fantezilerin sunduğu yoğunluğa erişemezdi. Garcilaso, Petrarca, Gongora ya da Baudelaire okumuş bir çiftin, hazzın değerini bilme ve hazzı yaşama konusunda, televizyondaki bayağı dizilerin aptala çevirdiği cahil insanlardan daha ileri olduklarını söylemek abartı sayılmamalıdır. Okuması yazması olmayan bir dünyada, aşk ve cinsel istek, hayvanların doyumunu sağlayan şeylerden farksız olur, temel içgüdülerin kabaca gerçekleştirilmesinden öteye gidemezdi.
İnsanlara, dilin içerdiği olağanüstü zengin olanakları güvenle ve beceriyle kullanmayı öğretme işinde, görsel – işitsel medya da edebiyatın yerini tutacak donanımda değildir. Tam tersine, görsel – işitsel medya, kendisinin ana dili olan görüntülere ağırlık vererek sözcükleri ikincil düzeye düşürmeye; dili, yazılı boyutunun çok uzağında, sözel anlatımla sınırlandırmaya yatkındır. Bir filmi ya da bir televizyon programını “edebî” diye tanımlamak, sıkıcı olduğunu söylemenin kibarcasıdır. Bu nedenle, radyo ya da televizyondaki edebiyat programları halka pek çekici gelmez. Bilebildiğim kadarıyla, bu kurala uymayan tek örnek, Fransa’da Bernard Pivot’nun Apostrophes adlı programıydı. Bu da, bana, edebiyatın, dil konusunda tam bir bilgi ve ustalığa ulaşmak için vazgeçilmez olmakla kalmadığını; aynı zamanda edebiyatın yazgısının ayrılmaz biçimde kitabın yazgısına, birçoklarınca artık modası geçmiş diye nitelenen o sanayi ürününün yazgısına bağlandığını düşündürüyor.
Bilgisayar kitap olabilir mi?
Buradan, Bill Gates’e geleceğim. Bir süre önce Madrid’e gelen ve Microsoft’la ortak bir işe girişmiş olan İspanya Kraliyet Akademisi’ni ziyaret eden Gates, “ñ” harfinin bilgisayar yazılımından hiçbir zaman çıkartılmayacağı konusunda Akademi üyelerine güvence verdi. Gates’in bu sözü, beş kıtada İspanyolca konuşan dört yüz milyon insana rahat bir nefes aldırdı; çünkü böylesine vazgeçilmez bir harfin siber alandan çıkartılması çok büyük sorunlara yol açacaktı. Gates, Akademi’den ayrılırken düzenlediği basın toplantısında, en büyük amacını ölmeden gerçekleştireceğini umduğunu açıkladı. Bu amaç, kâğıda ve sonra da kitaplara son vermekti. Gates’e bakılırsa, kitaplar tarih sürçmesine uğramış nesnelerdi. Bilgisayar ekranları, bugüne dek yerine getirdiği tüm işlevleriyle kâğıdın yerini tutabilirdi. Bilgisayarlar, daha az sıkıntı vermelerinin yanı sıra daha az yer tutmakta ve daha kolay taşınabilmekteydi; ayrıca, haberlerin ve edebiyatın bu elektronik medya ile iletilip aktarılması, çevre açısından da yararlı olacak, ormanların yok edilmesine son verecek, böylece kâğıt sanayinin yol açtığı bir belâ ortadan kalkacaktı. İnsanlar okumayı sürdürecekler, ama bilgisayar ekranlarında okuyacaklardı, bunun sonucunda da çevrede daha fazla klorofil olacaktı.
Ben, Gates’in basın toplantısında bulunmadım. Bu ayrıntıları gazetelerden öğrendim. Ama orada olsaydım, beni ve meslektaşlarımı, kitap yazarlarını hiç utanmadan işsizler arasına göndermek niyetinde olduğunu açıkladığı için Gates’i yuhalar; ortaya attığı görüşlere şiddetle karşı çıkardım. Bilgisayar ekranı, gerçekten de bütün yönleriyle kitabın yerini tutabilir mi? Doğrusu, o kadar emin değilim. İnternet gibi yeni teknolojilerin iletişim ve bilginin paylaşılması gibi alanlarda gerçekleştirdiği büyük devrimin bütünüyle farkındayım; İnternetin çalışmamda bana sonsuz yararlar sağladığını itiraf ediyorum; ama bu olağanüstü kolaylıklara duyduğum gönül borcundan dolayı da, elektronik ekranın kâğıdın yerini ya da bilgisayarda okumanın edebiyat yapıtlarını okumanın yerini tutabileceğine inanacak değilim. Kitap okumanın mahremiyetinde, zihinsel yoğunluğunda ve ruhsal yalıtımında düşlerden ve sözcüklerden aldığımız hazzı bilgisayar ekranında da alabileceğimizi kabul edemem.
Bu, belki de, pratiksizlikten ve edebiyatı çok uzun zamandır kitaplar ve kâğıtlarla bir tutmaktan kaynaklanan bir önyargıdır. Ama dünyada olup biteni öğrenmek için İnternette gezinmekten hoşlansam bile, Gongora’nın bir şiirini, Onetti’nin bir romanını ya da Paz’ın bir denemesini ekranda okumaya kalkışmam, çünkü böyle bir okumanın etkisinin aynı olmayacağından eminim. Gerçi kanıtlayamayabilirim, ama kitabın ortadan kalkmasıyla birlikte edebiyatın çok ağır bir darbe, ölümcül bir darbe yiyeceği kanısındayım.
Devamı önümüzdeki sayıda Llosa’nın bu yazısı, ilk kez, ABD’de The New Republic gazetesinde çıkmıştır.
Edebiyat Ne İşe Yarar? – II
Llosa’nın iyi bir gelecek için ne edebiyatın kadar vazgeçilmez olduğunu anlatan yazısının ilk bölümünü geçen hafta yayınlamıştık. Yazar, bu haftaki bölümde edebiyatsız bir dünyanın nasıl karabasana dönüşeceğini aktarıyor
Edebiyatın, ulusların hayatında önemli bir yeri olduğunu düşünmemiz için bir neden daha var. Tarihsel değişimin gerçek motoru ve özgürlüğün en iyi koruyucusu olan eleştirel düşünce, edebiyat olmadan, onulmaz bir yara alacaktır. Çünkü nitelikli edebiyat yapıtlarının tümü de radikaldir ve içinde yaşadığımız dünyayla ilgili radikal sorular atarlar ortaya. Büyük edebiyat metinlerinin tümünde, çoğu zaman yazarlarının böyle bir niyeti olmaksızın, bir ayartıcılık vardır.
Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları hayattan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan, mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır. La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle birlikte at sürmek, Kaptan Ahab’la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek, Gregor Samsa’yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar, kendimizi bu adaletsiz hayatın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan hayatın yanlışlarından ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır.
Edebiyat ölümsüzleştirir
Edebiyat, bu can alıcı doyumsuzluğu yalnızca geçici olarak dindirir; ama bu mucizevî anda, hayatın bu geçici askıya alınışında, edebî yanılsama bizi alıp tarihin dışına taşır, bizi zaman dışı bir ülkenin yurttaşlarına dönüştürür ve böylece ölümsüzleştirir. Sıradan hayatın dayatılmış tekdüzeliğinde olduğumuzdan daha güçlü, daha zengin, daha karmaşık, daha mutlu ve daha duru oluruz. Kitabı kapayıp edebiyatın yanılsamasından çıktığımızda, gerçek hayata döner, onu az önce ayrıldığımız o güzelim ülkeyle karşılaştırır ve büyük bir düş kırıklığına uğrarız! Ama aynı zamanda müthiş bir şeyin de farkına varırız: Romandaki fantastik hayat, kendimizdeyken yaşadığımız hayattan, içinde bulunduğumuz durumun sınırları ve sıkıcılığı tarafından koşullandırılan bir hayattan daha iyidir, daha güzel, daha renkli, daha kapsamlı ve daha yetkindir. Dolayısıyla, iyi edebiyat, gerçek edebiyat, her zaman yıkıcı, boyun eğmez ve asidir: Var olana bir meydan okumadır.
‘Savaş ve Barış’ı ya da ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi okuduktan ve saçmasapan ayrıntılardan, ortalıkta kol gezen ve adım başı düşlerimizi yerle bir eden sınırlamalar ve yasaklamalardan oluşan dünyamıza geri döndüğümüzde, kendimizi aldatılmış hissetmez miyiz? Kültürün sürekliliğini sağlaması ve dili zenginleştirmesinin de ötesinde, edebiyatın, insanlığın ilerlemesine en büyük katkısı, belki de, (çoğu zaman farkında olmadan) bu dünyanın düzeninin bozuk olduğunu; bunun tersini ileri sürenlerin, güçlülerle talihlilerin yalan söylediklerini; dünyanın düzeltilebileceğini, düş gücümüzün ve dilimizin yaratabileceği dünyalara daha yakın kılınabileceğini bize anımsatmasıdır. Özgür ve demokratik bir toplum, yaşadığımız dünyayı durmadan incelemek, gittikçe daha olanaksız bir görev haline gelse de, yaşadığımız dünyayı yaşamak istediğimiz dünyaya daha yakın kılmaya çalışmak gerektiğinin bilincinde olan, sorumlu ve eleştirici yurttaşlardan oluşur. Ve hayatın doyumsuzluğunu kıştırmanın; yönetenlerin yönlendiremeyeceği, sürekli bir ruhsal devingenlik ve canlı bir düşgücüyle donatılmış, eleştirici ve bağımsız yurttaşlar oluşturmanın, iyi edebiyat okumaktan daha iyi bir yolu yoktur.
Önce bireyleri etkiler
Gene de, okurun bilincini dünyanın kusurlarına karşı duyarlı kıldığı için edebiyatı ayartıcı diye nitelemek, sansür uygulayan kiliseler ve hükümetlerin sandığı gibi, edebiyat metinlerinin doğrudan toplumsal ayaklanmalara yol açacağı ya da devrimleri hızlandıracağı anlamına gelmez. Bir şiirin, bir oyunun ya da bir romanın toplumsal ve siyasal etkileri önceden kestirilemez, çünkü şiir, oyun ya da roman ortaklaşa yaratılmaz ya da ortaklaşa yaşanmaz. Yazdıklarından ya da okuduklarından çok farklı sonuçlar çıkaran bireyler tarafından yaratılır ve okunurlar. Bu nedenle, şaşmaz şablonlar belirlemek zor, hatta olanaksızdır. Dahası, bir edebiyat yapıtının toplumsal sonuçlarının, onun estetik niteliğiyle pek az ilgisi olabilir. Harriet Beecher Stowe’un orta karar bir romanının, ABD’de köleliğin korkunçluğuna ilişkin toplumsal ve siyasal bilincin uyandırılmasında belirleyici bir rol oynadığı söylenir. Edebiyatın bu tür etkilerinin saptanmasının zorluğu, bu etkilerin var olmadığını göstermez. Önemli olan, bunların, kişilikleri bir ölçüde kitaplar tarafından oluşturulmuş yurttaşların eylemleriyle ortaya çıkmış etkiler olmasıdır.
İyi edebiyat, insanların doyumsuzluğunu geçici olarak giderirken, aslında, hayata karşı eleştirel ve uzlaşmaz bir tutum geliştirerek o doyumsuzluğu, o yetinmezliği artırır. Edebiyatın, insanları, mutsuz kılmaya daha yatkın olduğu bile söylenebilir. Doyumsuz olarak yaşamak, hayatla savaş halinde yaşamak, kendini boşuna savaşlar vermeye mahkûm etmek demektir; tıpkı, ‘Yüz Yıllık Yalnızlık’ta Albay Aureliano Buendia’nın kaybedeceğini bile bile bir sürü savaş vermesi gibi. Bütün bunlar doğru olabilir. Ama hayatın sıradanlığına ve sefilliğine başkaldırmasaydık, hâlâ ilkel bir durumda yaşıyor olurduk, tarih durmuş olurdu. Öyle bir durumda, bağımsız birey yaratılmamış, bilim ve teknoloji gelişmemiş, insan hakları tanınmamış, özgürlük var olmamış olurdu. Bütün bunlar, mutsuzluktan, yetersiz ve dayanılmaz bulunan bir hayata meydan okumalardan doğmuştur. Edebiyat, şövalye romanları okuya okuya aklını kaçıran Don Kişot’ un çılgınlığıyla araştıran, sıradan hayatla yetinmeyen ruhu az kışkırtmamıştır.
Edebiyatın olmadığı bir dünya
Bir an için, tarihi düşsel olarak yeniden kuralım. Edebiyatın olmadığı, insanların şiir ya da roman okumamış olduğu bir dünya düşünelim. Güdük kalmış söz dağarında homurtuların ve maymunsu seslerin sözcüklere ağır bastığı bu tür bir körelmiş uygarlıkta bazı sıfatlar olmayacak ve bu sıfatlar arasında, hepsi de edebiyat kökenli olan Don Kişot’vari, Kafka’vari, Rabelais’vari, Orwell’vari, sadist ve mazoşist de bulunacaktı. Hiç kuşkusuz, aklını kaçırmış insanlar, paranoyaklar, açgözlüler ve gözü dönmüşler, acı vermekten ve acı çekmekten zevk alan iki ayaklı hayvanlar gene olacaktı. Ama, kültürümüzün normları tarafından engellenen bu davranış aşırılıklarının ardında, insanlık durumunun temel özelliklerini görmeyi öğrenmemiş olacaktık. Cervantes, Kafka, Rabelais, Orwel, Marquis de Sade ve Sacher – Masoch’un yeteneklerinin önümüze serdiği kendi özelliklerimizi keşfetmemiş olacaktık.
La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Kişot yayımlandığı zaman, romanı ilk okuyanlar, hem bu hayalperest şövalyeyle, hem de romanın öteki kişileriyle alay etmişlerdi. Bugün, bu hüzünlü şövalyenin, yeldeğirmenlerini değil devleri gördüğünde diretmesinin ve saçmasapan görünen davranışlarda bulunmasının, aslında cömertliğin en yüksek biçimi ve bu dünyanın sefilliğine karşı onu değiştirme umuduyla sesini yükseltmenin bir yolu olduğunu biliyoruz. İdeal ve idealizme ilişkin, olumlu ahlâksal yananlamlarla yüklü kavramlarımız, Cervantes’in dehasının inandırıcı gücü aracılığıyla bir romanın kahramanında cisimleşmemiş olsalardı, şimdi oldukları gibi, açık seçik ve saygın değerler olmayacaklardı. Aynı şey, romanlardan öğrendiği tutkulu ve görkemli hayatı yaşamak için var gücüyle savaşan o küçük ve pragmatik dişi Don Kişot, yani Emma Bovary için de söylenebilir. Emma Bovary, bir kelebek gibi, aleve fazla yaklaşmış ve ateşte yanmıştır.
Büyük yaratıcıların kılavuzluğu
Edebiyatın bütün büyük yaratıcılarının buluşları, kendi durumumuzun bilinmeyen yönlerini görmemizi sağlar. İnsanlığın ortak derinliklerini keşfetmemizi ve daha eksiksiz anlamamızı olanaklı kılar. “Borges’vari” dendiği zaman, gerçekliğin mantıklı düzeninden uzaklaşır, fantastik bir evrene gireriz; nerdeyse baştan sona dolambaçlı ve gizemli bir evrendir bu; kişiliğimizin yalnızca Jorge Luis Borges’in edebî yaratısında biçim bulmuş gizli tutkularını ve saklı gerçeklerini tanıdığımız için benzersizlikleri bize hiç de yabancı olmayan edebî göndermeler ve anıştırmalarla dolu, özenli ve zarif bir evrendir. Aklımıza ne zaman “Kafka’vari” sözcüğü gelse, modern dünyada onca acı ve haksızlığa yol açmış iktidarın baskı aygıtlarının – otoriter rejimler, tepeden inmeci partiler, hoşgörüsüz kiliseler, boğucu bürokratlar – tehdidi altındaki savunmasız bireyler gibi hissederiz kendimizi. Almanca yazan ve hep tetikte yaşamış olan bu cehennem azapları çekmiş Praglı Yahudinin kısa öyküleri ve romanları olmasaydı, dört bir yanı saran kudretli devletlerin karşısındaki birbaşına bireyin kapıldığı umarsızlığı, ezilen ve ayrımcılığa uğrayan azınlıkların duyduğu dehşeti anlayamazdık. “Kafka’vari”nin yakın akrabası “Orwell’vari” sıfatı, toplum üyelerinin davranış ve ruhlarını en becerikli, en acımasız ve en katıksız biçimde denetleyen yirminci yüzyılın totaliter diktatörlüklerince yaratılmış olan o korkunç acıyı, aşırı anlamsızlık duygusunu dile getirir. George Orwell, 1948 yılında, terör ve teknolojiyi ustalıkla kaynaştırarak özgürlüğü, kendiliğindenliği ve eşitliği yok etmiş ve toplumu bir otomatlar sürüsüne çevirmiş olan Büyük Ağabey’e, o mutlak hükümdara boyun eğmiş insanlığı olanca soğukluğu ve ürkünçlüğüyle anlatmıştı. Bu karabasandan farksız dünyada, dil de iktidara boyun eğmiş, tüm yaratıcılıklardan ve öznelliklerden arındırılarak, bireyin sisteme köleliğini güvence altına alan birtakım yavanlıklara dönüştürülmüştür. Gerçi 1984 romanındaki uğursuz kehanet gerçek olmadı; Sovyetler Birliği’ndeki totaliter komünizm, Almanya ve başka ülkelerdeki totaliter faşizmin yanını boyladı, hemen ardından Çin’de ve anakronik Küba ile Kuzey Kore’de gerilemeye yüz tuttu. Ama gene de, tehlike tümden giderilmiş değil; “Orwell’vari” sözcüğü, tehlikeyi tanımlamaya ve tehlikeyi kavramamızı sağlamaya devam ediyor.
Sırları ortaya döken metinler
Gördüğünüz gibi, edebiyatın gerçekdışılıkları, edebiyatın yalanları, aynı zamanda en gizli insan gerçekliklerinin kavranmasına yarıyor. Edebiyatın açığa vurduğu gerçekler, her zaman o kadar iç açıcı değil; bazen, romanların ve şiirlerin aynasına yansıyan imgemiz, bir canavarın imgesi. Marquis de Sade’ın düşlediği dehşet verici cinsel kasaplıkları ya da Sacher – Masoch ve Bataille’ın lânetli kitaplarındaki kıyımları ve yabanıl kurbanlıkları okuduğumuz
zaman, aynadaki canavar imgesini daha iyi görürüz. Manzara bazen o kadar iğrenç ve ürkünçtür ki, dayanılmaz olur. Gene de, bu kitaplarda anlatılanların en kötü yanı kan, aşağılama ve kahrolası işkence tutkusu değildir; en kötüsü, bu şiddet ve aşırılığın bize yabancı olmadığını, bunların insanlığın derinlerde yatan bir parçası olduğunu keşfetmemizdir. Bu saldırgan canavarlar, varlığımızın en saklı oyuklarında gizlidirler; yaşadıkları karanlığın içinde, kendilerini göstermek, ussallığı, bir arada yaşamayı, dahası hayatı yok eden azgın isteğin saltanatını dayatmak için uygun bir fırsat kollarlar. Ne var ki, insan zihninin bu karanlık köşelerine ilk giren, insan zihnini biçimlendiren bu gizli gücün yıkıcılığını ilk keşfeden, bilim olmamıştır. Bu keşfi edebiyata borçluyuz. Edebiyatsız bir dünya, ivedilikle görmemiz gereken bu korkunç derinlikleri doğru dürüst göremezdi.
Uygarlıktan nasibini almamış, barbarlığın baskın çıktığı, duyarlıktan yoksun, söz fukarası, cehaletin kol gezdiği, salt içgüdüleriyle davranan, tutkuyu ve sevmeyi bilmeyen bu edebiyatsız dünyanın, burada resmetmeye çalıştığım bu karabasanın başlıca özellikleri, insanlığın güç ve iktidarla uzlaşması ve ona boyun eğmesi olurdu. Yalnızca var olma savaşımı, bilinmeyenin verdiği korku ve bedensel gereksinimlerin karşılanmasından oluşan bu hayatın gündelik uygulamalarını temel içgüdüler belirlerdi. Böyle bir dünyada ruha yer olmazdı. Dahası, böyle bir dünya, hayatın katlanılmaz tekdüzeliğiyle de kalmaz, insan hayatının başka türlü olamayacağı, hep böyle kalacağı, bunu hiç kimsenin ve hiçbir şeyin değiştiremeyeceği duygusundan kaynaklanan kopkoyu bir karamsarlığın boyunduruğuna girerdi.
İnsan böyle bir dünyayı kafasında canlandırırken, gözünün önüne, Latin Amerika’da, Okyanusya’da ve Afrika’da çağdaşlığın dışında yaşayan, çaputlara bürünmüş ilkeller, küçük büyük din toplulukları geliyor. Ama benim kafam, bir başka sakatlığa takılıyor: Sözünü ettiğim karabasan, az gelişmişliğin değil, çok gelişmişliğin sonucu. Teknolojinin ve ona kölece boyun eğişimizin sonucu olarak, bizi bilgisayar ekranlarından geçilmeyen ve kitapların bulunmadığı bir toplumun ya da fizik çağında simya nasıl bir konumda ise kitapların, yani edebiyat yapıtlarının da o konumda olduğu, başka bir deyişle kitapların,
medya uygarlığının yeraltı gömütlerinde nevrozlu bir azınlığın uğraştığı arkaik bir meraka dönüştüğü bir toplumun beklediğini düşünebiliriz. Korkarım, bu sibernetik dünya, refahına ve gücüne, yaşam düzeyinin yüksekliği ve bilimsel başarılarına karşın, edebiyat-sonrası dönemin özgürlükten umudunu kesmiş otomatlarından oluşan, teslim bayrağını çekmiş bir insanlığın uygarlıksız ve alabildiğine ruhsuz dünyası olurdu.
Bu ürkünç ütopyanın gerçekleşmesi, kuşkusuz, pek yakın bir olasılık değildir. İnsanlık öyküsünün sonu, tarihin sonu henüz yazılmadı, önceden belirlenmiş de değil. Ne olacağımız, tümüyle bizim vizyonumuza ve irademize bağlı. Ama düşgücümüzün yoksullaşmasını, duyarlığımızı arıtıp incelten, bize daha güzel ve özenli konuşmayı öğreten yetinmezliğin yok olmasını, özgürlüğümüzün güçsüzleşmesini önlemek istiyorsak, harekete geçmeliyiz. Daha açık seçik söylemek gerekirse, kitap okumalıyız.”
Mario Vargas Llosa’nın bu yazısı, ilk kez, ABD’de yayımlanan The New Republic gazetesinde çıkmıştır.