Ağdan Yansımalar 1

Acunağda ne var?

Hüseyin İÇEN

Acunağda ne yok ki? (Acunağ mı?) Her gün benim sanal ileti kutuma takılanları bir görseniz, gerçek dünyanın oraya gizlenmiş, sıkışıp kalmış olduğunu sanırsınız. (Matrix masalına gönderme yapmadan edemedim.)

Gerçek dünya hem orada, hem orada değil. Daha doğrusu, epey bir bölümü orada. En azından, sanal bir bölümü.

Gelenektendir, ortaya yeni çıkanı bir şeye benzetmek. Bu uluslararası ağ ortamı, yapı olarak bir ağa benziyorsa da, içerik olarak bir ayna sanki. Gerçeğe öykünse de gerçek değil, ama gerçeği epey bir oranda yansıtan bir ayna. Kimi durumlarda bir dev aynası, kimi durumlarda bir cüce aynası bu Acunağ denen şey. (Acunağ mı?) Gerçek dünyanın önemsiz yönleri, gerçek dünyaya sığmayacak kadar büyütülebiliyor da; can alıcı yönleri bir nokta kadar ufaltılabiliyor da -tıpkı televizyon gibi. Benzetme ustaları TV’ye de çoktan aynı benzetmeyi yapmadı mı? Yıllar önce İlhan Selçuk televizyon için “komprador kapitalizminin dev aynası” demiş, yılbaşı eğlencesini seyrettikten sonra da içi bulanmış olarak “Türkiye bu mudur?” diye sormuştu. Ağda dolaşıp insanlığın bütün kirli çamaşırlarını gördükten sonra (ırkçılık, savaş yanlılığı, en pis kokan yönleriyle türül türül cinsellik ve her türlü ilkellik, bilimdışılık ve safsata…), diyorsunuz ki, insanlık bu mudur? Doğrusu, hem uygar vitrinimizi sunuyor görebilene Acunağ hem de bilinç altındaki ya da üstündeki ilkel saplantılarımızı. (Acunağ mı?)

Ben de birkaç yazıda uygarca yanımızla ilkelce yanımızdan yansımalar sunacağım size -belki biraz altını çizerek, büyüterek, abartarak. Yani zaten çoktan büyütülmüş olanı devleştireceğim. Görme özürlüler iyice görsün diye. (Bu dergiyi okuyanlar, büyük olasılıkla görme özürlü değildir ama arada bir anlı şanlı kimi dergileri kimler elinde dolaştırıyor, görüp de şaşmışsınızdır, eminim.) Bu Acunağ denen şey de büyütüle büyütüle canavar edilip kişisel ve toplumsal yaşatımızın ortasına çağrısız gelen konuk gibi bağdaş kurup oturdu bir zamandır. (Acunağ mı?)

Acunağ elbette… Ben elimden geldiğince Türkçe yazmaya çalışırım. Şu kadar yıl İngilizce öğrettim, yine de yabancı sözcükler dilime kolay kolay girmez. Sanki sası sası kokarlar bana. Ender olarak dilimin ucuna gelseler de kalemimin ucundan zor düşerler. (Kalem dediysem, sözün gelişi yani… Bu kadar yıl klavye dürtüklemekten elyazım bozuldu, kendi yazdığımı kendim okuyamaz oldum.) Yabancı sözcük deyince benim gümrüğüm iyi çalışır. Keşke herkesinki iyi çalışsa -çalışsa da hem sokaklarda hem toplu iletişim araçlarında görmeye alıştığımız, neredeyse kanıksadığımız doğru sanılan yanlışları, doğal sanılan gülünçlükleri, saçmalıkları görmesek… (Yarım akıllı bir TV sunucusu geçenlerde Amerika’nın Irak’ı işgali ve BM’den söz ederken ‘meşruiyet’ diyeceğine ‘meşrutiyet’ demişti. Okuma özürlü sunucumuz ‘yasallık’ dese yanlış yapmayacaktı. ‘Yasallık’ sözcüğünün neresinden yanlış çıkarabilirsiniz ki?)

Bu yazıların genel adına Acunağdan Yansımalar desek de genel olarak dil ve kültür alanına da, Türkçe’yi iyi bilmeyenlerin deyişiyle ‘medya’ya da göndermeler olacak elbette. Aslında bu sayfanın uzun adı

Ağdan/Acundan/Evrenden yansımalar/yazışmalar/takışmalar/çatışmalar/öğrenmeler/söylenmeler/kıvranmalar/hırıltılar/zırıltılar/homurtular/horultular/höpürmeler/köpürmeler…

olmalı ya neyse…

Acunağ mı? Acunağ elbette… Internet karşılığı kullanıyorum, daha iyisi bulunana kadar. Ortakağ, Genelağ gibi terimler de aklımdan geçti, ama düşündüm, bütün ağlar ortak ve genel. Bütün dünyanın bilgisayar ortamını birbirine bağlayan ağın daha özel bir adı olmalı, öteki ağlardan onu ayıran. Evrenağ aklıma geldi. Sevgili dostum Türker Mirata, Ağlar ağı’nın önerildiğini söyledi. (Ben bile önermiş olabilirim…) Mirata şöyle diyor iletisinde:

Yanımda ayrıntılı bir Türkçe Sözlük yok. Ancak, Nijat Özön’ün (1995) Büyük Dil Kılavuzu’ndan edindiğim izlenime göre, ‘acun’ daha çok ‘evren’ karşılığı olarak kullanılıyor; örneğin, ‘acunbilim’ = kozmoloji. Internet henüz böyle bir nitelik kazanmadı —yoksa kazandı mı?

diyerek ona yakışan bir incelik içinde benimle dalgasını geçiyor.

Benim karıştırdığım sözlüklerde ‘acun’ karşılığı olarak ‘evren’ de geçiyor, ama ağırlık ‘dünya’ anlamında. Eskilerin düşlem dünyasının daha evreni içine almadığı dönemleri düşünürseniz bu da doğal. Hatta daha bile dar olabilir. Belki de acun demekle at sırtında gidilebilen bir alanı düşünüyorlardı. Ama daha sonra galiba, en azından ‘dünya’ya genişledi ‘acun’un anlamı. Onun için anlam bakımından sorunsuz gibi geliyor bana Acunağ. Ama tutar mı? Eskiden önerilmiş ne güzelim sözcüklerin tutmadığını, ne beklenmedik sözcüklerin tuttuğunu düşünürseniz, dil denen canavar neyi benimseyip sindiriyor, neyi kekre bulup çıkarıyor, anlamak için falcı olmak gerek. (Sahi, dil ustamız Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük’te, ‘kozmoloji’ karşılığı olarak acunbilimi evrenbilime gönderiyor.)

Konuya ısınıyorum galiba… Bilgisayar özürlü olanların kafasında bir resim oluşturmak için biraz ayrıntı vereyim. (Özürlü sözünden alınmayan alınmaz, alınanın da alınmak için bir nedeni vardır herhalde… Aziz Nesin, Türk halkının büyük çoğunluğu ahmak deyince, Türkiye’de ne kadar yarım akıllı varsa hop oturup hop kalkmadı mı? Gazetelerde Aziz Nesin’e demediklerini bırakmadılar. Eee, alınmak için nedeni olanlar alınacak elbette. Ben hiç alınmadım. Siz alındınız mı?) Neyse, neden söz ediyorduk? Bilgisiyar okuryazarı olmayanlardan galiba… Bütün bilgisayarlar birbirlerine çoğunlukla telefon kablosuyla (şimdilerde kablosuz da) bağlanıp, iletişim kurup bilgi alışverişinde bulunabiliyorlar. Bu, bir oda içerisindeki üç bilgisayar için de olanaklı, bir bina içindeki otuz bilgisayar için de. Bir ülke içindeki bilgisayarlar da birbirine bağlanabiliyor, yeryüzündeki bütün bilgisayarlar da. Hah, işte bu sonuncusuna Acunağ deniyor.

Acunağ, kızlarımızın 19 Mayıs törenlerinde stadyumlarda oyun oynamak için kullandıkları çemberden çok, toplabozmuşun (hooligan) elindeki zincire benziyor -yani görünüş olarak… Bu zincirin çok sayıda baklası var -hem de irili ufaklı. Her baklanın içinde az ya da çok sayıda bilgisayar var. Küçük bir tecimsel ortaklıktaki beş bilgisayar hem birbirine hem de istenirse ya doğrudan ya da daha büyücek bir bakla aracılığıyla Acunağ’a bağlanabiliyor. Ben evimdeki bir tek bilgisayarla bağlanırken, ODTÜ, örneğin, binlerce bilgisayarıyla bağlanıyor. Baklalar arasındaki bağlantılar da çizgisel değil. Yani yeryüzünün öte ucundaki bir baklada bulunan bir bilgisayara bağlanmak isterseniz, yolda bulunan bütün baklalardan geçmek zorunda değilsiniz. Gidilecek her yolun kestirmeleri de var. Yoksa bakla ve bilgisayar sayısı işi olanaksız hale getirirdi.

Bilgisayar otoyolu da deniyor ya Acunağ’a… Ama bu bağlanmayı karayolunda gidiş değil de sanal ortamda zıplayış olarak düşünmeli. Yani karaya bağımlı değilsiniz. Onun için Tanzanya’nın bir dağ köyünde bulunan arkadaşınızın bilgisayarındaki bir müzik parçasına da, Britanya Müzesi’ndeki, Anadolu’dan araklanan yontuların resimlerine de, Amerikan Kongresi’nin kütüphanesindeki bir kitabın ilk basımının sanal kopyasına da, size penceresinden el sallayan karşı komşunuzun bilgisayarındaki bir ‘uygunsuz’ resme de ulaşmanız saniyelerle ölçülüyor. Üstelik son teknolojik gelişmelerle bu süre gittikçe azalıyor. Gerçek zamana yakın diyeceğim ama gerçek zamandan da çabuk olacak karşı evde oturan arkadaşınıza ulaşmanız. Daha siz masadan kalkıp, pencereye yürüyüp, pencereyi açıp arkadaşınıza “Hey, istediğini gönderdim,” diye seslenemeden, ağ üzerinden gönderdiğiniz belge (yazı, resim,müzik ya da film kesiği) ona ulaşmış oluyor. İsterse onun sanal adresi And Dağları’nın eteklerindeki bir kasabada bulunan küçük bir şirkete bağlı olsun. Elinizdeki belge, Şili’ye gidip, oradan dönüp karşı evde oturan arkadaşınızın bilgisayarına iniveriyor —daha siz ayağa kalkıp ona seslenmek için pencereye ulaşamadan. Siz üçgenin kısa, kıpkısa kenarını aşamadan, belgeniz, üçgenin uzun, hem de ne uzun iki kenarını aşıp ereğine ulaşmış oluyor. Eğer bunda bir ‘büyü’ yoksa ben de kuyruklu piyanoyum! Büyü mü?

Büyü elbette. Gelecekte bu alanda neler yapılabileceğini düşünmek için bile düşgücümüz yaya kalıyor. Sanal cerrahi başladı bile. Avustralya’nın Sydney kentindeki bir cerrah, Acunağ aracılığıyla Şırnak’taki bir hastayı ameliyat edebilecekmiş artık. Hayır, aklınıza geleni belki daha uzun süre yapamayacağız, ama bilgisayar teknolojisinin sundukları yine de baş döndürücü. Onun için, İngiliz yazarı Arthur C. Clarke “Yeterince gelişmiş teknoloji büyüye yaklaşır,” dememiş miydi? Bütün insansoyu büyülenmiş durumda. Hem iyi hem kötü anlamıyla… Böyle bir olanak, tıpkı cerrahın neşteri gibi, hem olumlu hem olumsuz amaçlar için kullanılabilir. Ama her araç böyle değil mi zaten? Büyüyü sezip de bilgisayara uzak duranlar olduğunu biliyorum. Çok temelli şeyler söyledikleri de. Ama ileri sürdükleri olsa olsa neştere karşı çıkmaya benziyor ya da çıngıraklıyılandan elde edilen zehre.

İyi ya da kötü olan, aracı kullanan eldir. Kimi kaçık bilimkurgu yazarları ne derse desin, makinenin ruhu yok. İyi de, kötü de bizim ellerimizde, daha doğrusu beyinlerimizde. Beyinlerimizi düzeltirsek, makineleri kırmamıza gerek kalmaz.

Patika, Ağustos-Eylül-Ekim, Sayı 46

Hüseyin İÇEN

Yalnız ülkemizdeki değil, dünyanın her yanındaki ortalama zekâ ve bilgi düzeyi araştırılsa, bunun bir tatlısu istakozunun zekâsından azıcık yüksek, bir suaygırınınkinden epeyce alçak olduğu görülecektir. Bu düzeydeki zekâ, çeşitliliğe izin vermeyecek; ister havra olsun, ister stadyum, toplu tapınma yerlerine gitmeyen herkese en az kötü olasılık çok tuhaf bir kuşmuş gibi bakacak, en kötü olasılık onların boğazını kesecektir. Ve demokrasimiz de bu iki tepki arasındaki ürpertici kesitte samba yapmayı sürdürecek…

Önceki yazım “Sarışın Esmerler” üzerine birkaç tepki düştü ileti kutuma. Yakınımdan olan sarışın bir bayan, “Sen niye rahat durmazsın? Sana ne sarışınlardan? Sağı solu dürtükleyeceğine, bildiğin konularda ahkâm kessen ya!” derken; uzağımdan olan bir bayan (sarışın mı, değil mi bilmiyorum), “Siz sarışınlara karşı önyargılısınız,“diyor. Hele bir kızanlar bir kızanlar var, bir tanesinin yaptığı el işaretini buraya çizmeye utanırım. Resmini bile yapıp göndermiş bana.

şündüm… Sarı renk mi beni iten diye… İnsan renklere niye karşı olsun ki? Renklerle ilgili duygular büyük oranda kültürel/geleneksel çağşımlarla beslenir. Yalıncası, alışkanlıklara bağlıdır.

Beyaz nedir? Temizlik, arılık, bakirelik… Siyah? Karamsarlık, ölüm, yas… Yeşil? Doğa, doğal çevre… Türbe yeşili? Dinsellik, siyasallaşş din… Kızıl? Sol, toplumculuk, komünizm… Mavi? Soyluluk… Kırmızı? Kan, şiddet, şehvet… Mor? Kadın hakları… Sarı? Hastalık, zayıflık… Lacivert? Resmilik…

Neden bunlar da başka çağşımlar değil? Renk ile çağşım arasındaki ilişki büyük oranda saymaca olduğu için başka da olabilirdi.

Ben turuncu’dan hoşlanırım. Kendime göre gerekçeler de bulurum bunun için. Efendim, sıcak renktir; benim kişiliğimle uyuşur derim ya da doğum yerim Adana’da yeşil yapraklar arasında sanki parıldar gibi görünen portakallar, mandalinalar dolayısıyla turuncuyu seviyorum, falan filan… İyi de, bahar gelince, Adana’da yeşilin tonları güller gibi açar her yanda. O zaman neden yeşil değil de turuncu beni coşturan?

Boyumu aşan, büyük olasılık boşa konuşacağım felsefi tartışmalara gireceğime ben de sordum kendime: Durup dururken, Sarışın Esmerler diye bir yazı yazıp da niye böyle yapay ya da doğal sarışınları sıçrattın üstüne? Ağzı yüzü düzgün bir dil ya da suya sabuna dokunmayan bir siyaset yazısı yazsan da onun bunun ayranını kabartmasan olmaz mıydı?

Yine düşündüm… (Bu kadar sık düşünmek sağğımı bilmem nasıl etkileyecek?) Galiba dediklerim yanlış anlaşılmış. Kadın saçında özellikle siyah renk değil beni kendine çeken. Siyah niye çeksin ki?

Ben çeşitliliği severim. Yalnız kendi çevremde, yakın arkadaşlarımla ilişkilerimde değil, genel olarak toplum içinde de… Türban da türban diye tutturanlara neden aklım ermiyor? Kadınları/İnsanları hep birbirine benzer duruma getiriyorlar diye… Saçlarını kısaltacaklarına, uzatacaklarına, kıvırtıp biçim vereceklerine, toplayıp taç gibi başlarına yerleştireceklerine, gökkuşağının her rengine boyatacaklarına (Hoş yalnız kirli sarıyla ölük kahverengiyi seçiyor kimileri ya; şimdilik bunu dışarıda tutalım.), kolay yoldan bir türbanın altına saklayıveriyorlar. Kafamızdaki kıl neden utanılacak bir şey oluyor, anlamak zor. Ya da kıl cinsel yönden kıştırtıcıysa, kaşlardaki kıl neden kışkırtıcı olmuyor? (Bu arada kafaya türbanı taktıktan sonra, yüzlerini gökkuşağı gibi boyayanları, dar etek giyip kırıtanları, moda dergisinden fırlamış gibi giyinenleri ve bunların çelişkilerini saymıyorum. Belki asıl homurdanmamız gereken bu tutarsızlar aslında.)

İlle de türban takacağım,” diyenlerin tutumunu beğenmiyorum da “İlle de türbanı çıkaracaksın,” diyenlerle aram iyi mi ki? Bir arkadaşım, benim 12 Eylül döneminde üniversitede zorla sakalımı kestirmelerine bağlıyor, bu zorla türban çıkarma işine aklımın ermemesini. Bilinmez, kişinin bilinçaltının karanlıklarında neler yattığı. Kendimize yapılan zorbalık, başkalarına yapılan zorbalığı daha iyi anlamamızı sağlıyor belki de…

şündüm de… (Aman Tanrım, yine mi!) Renkler değil galiba benim derdim. Türban takmak ya da çıkarmak da değil. Ben, sanıyorum, çeşitlilikten yanayım. Çeşitliliği engelleyenlere yakınlık duyamıyorum, dahası ürküyorum onlardan. Beni binlerce kişiyle bir stadyuma kapatacaklar, hepimize aynı yiyeceği yedirecekler, aynı giyeceği giydirecekler, belli saatte yatağa sokup belli saatte uyandıracaklar, aynı müziği dinletecekler, aynı TV izlencelerini, fıkraları önümüze sürüp aynı siyasetçileri izletecekler gibi gelir bana. (Hele bu sonuncusu en çekilmezi. Sürekli bağırarak konuşan önderciklerimizi düşünsenize…) Cehennemin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum, ama ya cehennemlik ruhların satıcılık yaptığı bir büyük mağazaya ya da böyle bir stadyuma çok benzer gibi geliyor bana.

Demokrasisiyi de çeşitliliğe izin verdiği için seviyorum, en iyi yönetim biçimi olduğu için değil. Winston Churchill /çörçil/, ”Demokrasi en az kötü rejimdir,” diye çok önceden söylemiş zaten sözün doğrusunu. Yani Türkçesi, hepsi birbirinden beter de demokrasi eh işte…

Demokrasi en iyi biçimiyle küçük toplumsal birimlerde uygulanabilir–bir köy ya da kasabada. Toplarsın üç ya da beş yüz kişiyi meydana. Sorun oradadır; sorundan etkilenenler oradadır. Tartışıp kararları verirler. Ne zaman ki çıkarlarımızı savunması için birilerini seçip uzak bir kente göndermeye başladık, demokrasinin rengi kararmaya başladı. Hem beş yüz kilometre öteden insanların sizi yönetmesi saçma hem de bu uzaklıkta seçtikleriniz arasında denetleyemeyeceğiniz numaralar dönmeye başlıyor. Böyle böyle yapacağım dedi diye birini seçip gönderiyorsunuz oraya, şöyle şöyle yapıyor. Ne yapacaksınız? Beğenmeyince geri çekebilseniz… Çekersiniz, ama beş yıl sonra… O zamana kadar kimbilir daha ne fındıklar kırmasına fırsat vermiş oluyorsunuz. Ama gelişen teknoloji ve iletişim araçları sayesinde uygunsuz iş görenleri anında geri çağırıp hesap sormamız, azarlamamız, iyi bir terbiye etmemiz, olabilecek gibiyse geriye, olmazsa evine göndermemiz olanağına ulaşabileceğiz belki.

Şimdiki durumda ise Churchill haklı… Başka türlü olmaz ki zaten. Kusursuz olduğundan vazgeçtik, çok temel kusurları var. Bir tanesini sormasanız da söyleyeceğim: Bir ülkedeki demokrasinin düzeyini bulmak ister misiniz? Ülkedeki her yurttaşın zekâ ve bilgi düzeyini bulup bunları birbiriyle toplayıp yurttaş sayısına bölün, o ülkedeki demokrasi düzeyi ortaya çıkar. Ben geri zekâlıysam (büyük olasılık), kazı koz anlıyorsam (sık sık oluyor zaten), Pavarotti’yi dinlemem gerekirken İborotti’yi dinliyorsam, kim kimi dikizliyor gibi moronların (zekâ düzeyi: sekiz-on iki yaşlar arası olanların) hazırlayıp embesillerin (zekâ düzeyi: üç-yedi yaşlar arası olanların) izlediği ya da gökteki, bilmemkaç ışık yılı uzaktaki yıldız kümelerinin kişiliğimi ve geleceğimi belirlediğini sananların boş boş konuştuğu izlencelere kafayı takıyorsam (Yahu benim odanın köşesinde dikili duran süpürgenin bile bana daha çok etkisi vardır!); ya su katılmamış bir hödük olduğumdandır; ya da, öyle değilsem bile, beynimi emekliye ayırdığımdan kafamdaki tahtaların yavaş yavaş, kaçınılmaz olarak, gevşemekte olduğundandır. Benim gibilerin seçtiği yönetici de üç aşağı beş yukarı benim gibi olur. Çıkarıp bir kürsüden konuşturun yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Bertrand Russell’ı /rasıl/, ötekinden de ağzı laf yapan, gözlerinde avro ya da dolar imi parlayan bir cin fikirliyi, büyük olasılıkla ikinciyi seçerim, bilesiniz. Seçiyorum da… Baksanıza anlı şanlı meclisimize… Milletvekillerimizin arkasında altı yüzü aşkın mahkeme dosyası bekliyor. Neden bekliyor? Çünkü dokunulmazlıkları var. Evrakta sahteciliğin, ihalede rüşvetin dokunulmazlığı mı olurmuş? Adamlar bu işleri meclis kürsüsünden mi yaptılar?

Beni, bu toplum, seçmen nitelikleri kazandıracak biçimde yetiştirmemişse; ülkemin hazinesini doldurmak isteyenle kendi kesesini doldurmak isteyeni ayırt edecek nitelikleri bana edindirmemişse, ne bekliyordunuz? Sokrat’ları, Wagner’leri, Nazım Hikmet’leri seçmemi mi? Sizin beklentiniz orada dursun, ben Hitler’leri ve onun her ülkede bulunan günümüzdeki ve yakınımızdaki benzerlerini oylarımla işbaşına getirip ülkemi ve dünyayı çabuk yoldan cehenneme çeviririm. Ötekileri mi? Onları da içeri atarım ki sokakta insanları çevirip uygunsuz düşünceleriyle benim zavallı, sıradan yurttaşımın kafasını karıştırmasınlar. (Benim yurttaşım, elbette. Siz onların hangi seçimde size oy verdiğini gördünüz?) Onlar rahat dursunlar ki ben de ötekilerin kafalarına vurup ekmeklerini her zamanki gibi kolayca ellerinden alabileyim. Hepsi benim onların: Benim yurttaşım, benim milletvekilim, benim genelkurmay başkanım, benim… Hepsi benim, size ne oluyor? Sesini çıkaran işadamının defterini dürerim, muhalefet yapanın televizyonunu kapatırım, haberiniz olsun. Ya seversiniz beni ya defolursunuz. Ülkede demokrasi var, sınırlar açık.

Bir ülkedeki seçmen çoğunluğu elifi görse mertek sanan yarımakıllılardan oluşuyorsa, işbaşına canilerin, hırsızların, en az kötü olasılıkla uydumcuların (konformist) gelmesi elbette büyük olasılıktır. Ağır mı konuştum? Sandıktan Hitler gibi sapıkları, Taliban denen kaçıklar takımını, kendini en büyük sanan Bush’ları /buş/ çıkaran, halkoylamalarında buyurgan (diktatör) Pinochet’ye /pinoşe/ oy veren, Avrupa’nın dersini almış olması gereken ülkelerinde bile hâlâ ırkçı, faşist partileri kendi oylarıyla güçlendiren (hadi daha yakına gelmeyip burada keseyim) kim? Marslılar mı?

“Seçmenlerde siyasal yetişmişliğin olmadığı yerde, demokrasi, toplumun kuyusunu kazacaktır,” demek, falcılık değil. Onun için, toplum, freni patlamış otomobil gibi uçurumun ağzına son hızla giderken, “Yahu, babo, düşüyorsunuz!” diyenin dediği doğru çıkarsa, onda doğaötesi güçler niye aramalı ki?

Karamsar mı? Hayır, gerçekçiyim… Demokrasi pek fazla bir şey değilse bile, bir ayna en azından. Aynanın karşısına geçen, kulakları aklından uzun, su katılmamış bir hödük olursa, oradan bir ermişin yüzünün görünmesini niye bekleyelim ki? Bernard Shaw /şo/ bunu değişik sözcüklerle anlatmış. Demokrasiyi renkli bir balona benzetiyor. Siz gözünüzü dört açıp çevrenize bakacak yerde, “Aaa, ne güzel balon…” diye ağzınızı nah bu kadar açıp gökyüzüne gözünüzü dikince, birileri cebinizden paraları araklıyor, işinizi ve evinizi elinizden alıyor. Ama hiç olmazsa önemli bir yararı var: En azından eğlenceli bir ortam hazırlıyor… Balonu seyrederken biraz da eğleniyoruz. (Bekleyin, seçim geliyor; yine eğlence başlayacak, ortalık artık ‘balon’dan geçilmeyecek.) Aslında, her yönetim biçimi, çoğunluğun eğlencesini eksik etmez. İster süslü püslü soylu soytarıların tahtırevanla halkın önünden geçtiği monarşiler, isterse halkın ilgisini, sandıktan çok, ayaktopu oyuncularının ya da boğaların koşuşturup durduğu meydanların çektiği, günümüzün sözde ‘demokratik’ toplumlar olsun. Halk her zaman eğlenmek için, en az meydan kadar, anlı şanlı yöneticilerin bulunduğu localara da bakar. Demos, demokrasiyi ne zaman öğrenecek?

şündüm de (Bu düşünme alışkanlığı çok tehlikeli boyutlara vardı artık!), sıradan yurttaşın sık sık ayranı kabarmasın diyen her yönetim angutlar için eğlenceyi hiç eksik etmeyecektir, etmemeli de… Buyurunuz, kanlı canlı Roma arenasında gladyatörlerin birbirlerini boğazlamasına, İspanya’da insanla hayvanın birbirinin kanını dökmesine ya da günümüz stadyumlarında gözü dönmüş bağnaz toplabozmuşların kana kan aramasına birlikte bakalım, gönlümüz elverirse… Buralara bir de spor yeri demezler mi? Öyle spor yeri mi olur? Nereleri spor yapıyor oralara gidenlerin? Gözleriyle ağızları mı? Oralar, bezelye kadar beyni olanların Şiddet denen tanrıya tapındığı ortak sanrı alanları… Yoksa, üç direk arasından bir top geçti diye alanlara girip ya da sokaklara dökülüp ortalığı ayağa kaldırırlar mıydı? Hem de çoğu daha ofsayt ile elle oynamayı bile ayırt edemezlerken… (Yahu, bezelye beyinli mi dedim, mercimek beyinli demeliydim galiba!)

Aynı tanrıya sanal tapınma yerleri olan sinemaları da unutmayalım bu arada…

Hey, zekâ/bilgi düzeyi, demokrasi düzeyidir dedik ya, yanlış anlaşılmasın. (Bağnaz ulusalcılar burunlarından solumaya başladılar bile…) Yalnız ülkemizdeki değil, dünyanın her yanındaki ortalama zekâ ve bilgi düzeyi araştırılsa, bunun bir tatlısu istakozunun zekâsından azıcık yüksek, bir suaygırınınkinden epeyce alçak olduğu görülecektir. Bu düzeydeki zekâ, çeşitliliğe izin vermeyecek; ister havra olsun, ister stadyum, toplu tapınma yerlerine gitmeyen herkese en az kötü olasılık çok tuhaf bir kuşmuş gibi bakacak, en kötü olasılık onların boğazını kesecektir. Ve demokrasimiz de bu iki tepki arasındaki ürpertici kesitte samba yapmayı sürdürecek…

Çıktığımız yolu biraz renklendirelim: Yurt dışındaki bir üniversitede bulunmuştum 12 Eylül sonrası. Dünyanın dört yanından (elli kadar ülkeden) İngilizce öğretmenleri öğretim yöntemleri bilgimizi geliştirmek için bir araya gelmişiz. Ortak toplantılarda, eğlencelerde özellikle kadınların giyimlerindeki renk cümbüşünden başımız dönerdi. Ceketliler, pantalonlular, upuzun giysililer, mini mini etekliler, sarililer, başı açıklar, başı kapalılar, hatta çarşaflılar… Onlar bile rengârenk: Safran sarısından alev kırmızısına, gök mavisinden zümrüt yeşiline kadar… Ama galiba kara çarşaf yoktu… (Bizdeki kara çarşaflıların düşgücü niye bu kadar yetersiz ki?)

Oradayken düşünürdüm arada bir… (O sırada, 12 Eylül’ün karanlığı süren Türkiye’de düşünmek tehlikeliydi. Bu darbe karşıtlığı alım satımıyla uğraşanlar, darbe yapacakları bulup çıkarmaya çalıştıklarını söyleyedursun, darbe yapanlar orada oturuyor; onlara bir şey söyledikleri yok. Bu ikiyüzlülük değilse, sözlüklerdeki tanımlar hepten yanlış.) Bir araya geldiğimizde büründüğümüz bu çeşitlilik kendi ülkemize döndüğümüzde ne olurdu ki acaba? Ne olacak, herkes kendi ülkesinin birörnekliğine soyunurdu herhalde. Bahreynli Fâtımâ minimini eteğinden soyunup biçimli bacaklarını kara çarşafının içine saklar, sokak serserisi kılıklı Türk Hüseyin ile İndonezyalı Alex, kirli kotlarını çıkarıp birisi kravat ceket dersliğe girer, öteki asıksurat takınarak bakanlıktaki saygın odasına…

İngiltere’de ise giydiklerimiz günden güne de değişirdi. Boylu poslu Kenyalı esmer güzeli Fatıyâh (Ah, Fatıyâh!) bazen kafa karıştıran mini eteğiyle gelirdi bölüme, bazen de yerleri süpüren ulusal giysisiyle… Her iki durumda da bir bakan, bir daha başka yere bakamazdı. Meksikalı cep Venüs’ü, bizim taktığımız adıyla Mamasita (‘fıstık’ demekmiş) öyle çeşitli giyinirdi ki, kimi günler tanıyamaz, karşısına geçer, binbir heyecanla tanıştırılmayı beklerdik. Öyle etekleri vardı ki, giymese de olurmuş diye aklımızdan geçerdi. (Düşündüğünüz yanlış… Bir yıl boyunca bir tek kişiyi dokundurmadı kendisine, çok basit ama erkek olarak bize anlaşılmaz görünen bir nedenle: Ülkesinde nişanlısı bekliyormuş da!..)

Bu renklilik, ülkelerin sınırlarının zorlandığı günümüzde, toplu iletişim araçlarının yoğun bombardımanıyla tekbiçime yöneliyor. Şimdi her ülkenin içinde bizlerin değişik yöntemlerle buna zorlandığımız gibi…

Demokrasiyi, çoğunluktaki ve işbaşındaki tatlısu istakozlarına karşın, bunun için seviyorum galiba. Demokrasiye can veren ilkenin, çoğunluğun yönetimi değil de azınlıkların korunması olduğu için… Günümüzde, özellikle işbaşına geldiklerinde bunu karıştıran siyasetçiler olsa da çoğunlukçu değil, çoğulcu bir düzen olduğu için… Böyle olması da gerekir.

Yalnızca süs olsun diye çeşitliliğin korunması gerektiğinden değil bu. Bizim inandığımız düşüncenin de canlılığını koruması için… Bizim takımın zayıf ve eksik yönlerini anlamanın en iyi yolu karşıdaki bağnazın dediğini dinlemektir. Çünkü bilinçli olarak en zayıf yerimize o vuracaktır. Çeşitliliğe fırsat vermeyişimize, demokrasimizdeki özürlülüğe… Karşıt görüş bizi güçlendirecek, diri tutacaktır. Karşıt görüşün varlığı, miskinliğe yuvarlanıp gitmemizi engelleyecek, yenilenmemize olanak sağlayacaktır.

Eğer benim gibi, demokrasiye en azından kuşkulu gözlerle bakan birinden gelen bu sözler bir demokrasi övgüsü değilse, demokrasi tutkunları övgünün daha iyisini bulsun –bulabiliyorlarsa eğer.

Demokrasi, seni seviyorum -eh, oldukça… Değişik yöntemlerle bizi birörnekliğe zorladığın halde, aynı zamanda en azından çeşitliliğe fırsat verdiğin için. Değişik olmaya izin verdiğin için…

Bırakın da değişik olalım, yahu… Size değişik çevrenler (ufuk) açacak, özgün filozoflar olamasak da, sizi değişik biçimde gıdıklayacak özgün soytarılar olalım. Bilgisayarınızda yonga, beyninizde nöron olamasak da, şapkanızda bir tüy olalım… Martin Luther King’ler, Diderot’lar, Osman Bolulu’lar olamasak da, en azından polis dayağı yemeden, tatlısu istakozları üzerimize höykürmeden Yeşil Barış ya da çevre koruma dernekleri gönüllüleri olalım.

Bırakın da olalım…

Ağdan Yansımalar 2

Ağlar, Ağlar, Benim Ağlar…

Hüseyin İÇEN

Elinde mum, aydınlık arayan ermiş de; elinde benzin bidonu, yakacak insan arayan karanlık yüzlü yobaz da Acunağ’da.

Acunağ’da (Internet) ağ çok. Ağ sözcüğü, hem bilgisayarların fiziksel olarak (kablolu ya da kablosuz) birbirlerine bağlanmaları için kullanılıyor hem de böyle bir sistemi yöneten yazılımlar için. Yani ağ, hem donanım hem de yazılım terimi… Bir üniversitenin, bir ticari ortaklığın ya da bir devlet dairesinin bilgisayarlarları hem kendi içlerinde bağlanabiliyorlar hem de birbirlerine —binaları birbirlerine yakın da olsa uzak da. Kişiler de ağ kurabiliyor Acunağ’da. Örneğin, büyüleyici renkleriyle imparator penguenlerini sevenler ya da dünyanın en hızlı koşucusu,türü tehlikede çita denen büyük kediye tutkun olanlar, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar bir araya gelip, bir ağ kurup birbirleriyle yazışabiliyor, tartışabiliyorlar.

Benim de üye olduğum ağlar var. Eskiden beri özdeyiş tutkunu olduğum için birkaç özdeyiş ağına bağlıyım. Efendim, şu özdeyişi kim söylemiş, nerede söylemiş, neden söylemiş, ilk önce kim söylemiş gibi sorular; uydurma özdeyişler, kimi ünlülere yakıştırılan ama aslında bir yazara ait özdeyişler, özdeyiş derleme, düzenleme, yayınlama teknikleri, hatta özdeyiş derleme ahlakı gibi konular; dayanışmalar (içeriği nedeniyle kapanmaya zorlanan sitelerle ilgili); ve benzeri konular…

Bir hayvanseverler topluluğuna da üyeydim, ama o kadar ileti yağmaya başladı ki (herkesin yazdığı herkese gidiyor ya…) ondan ayrıldım, şimdi yalnız çitaseverlere bağlıyım.

Bir okul ağı var bağlı olduğum. Oradan da sel gibi yazı geliyor.

Ayrıca, kendi bölümümün ağı ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi ağı da var. Ve başkaları… Bütün bu ağlardan gelen iletiler, sanal ileti kutumda toplanıyor her gün. Uzunlu kısalı, resimli, müzikli iletiler… Günümün bir bölümü bunları karıştırmakla, beğendiklerimi kendilerine ayrılan klasörlere yerleştirmekle, beğenmediklerimi silmekle geçiyor. Üye olduğum ağlar birbirlerinden değişik içerikte oldukları için konuları da pek buluşmuyor. Örneğin, ODTÜ’lüler ayrı, çitaseverler ayrı konuları tartışıyorlar.

Acaba ODTÜ öğretim elemanları ağı, öteki üniversitelerin benzer ağlarından değişik mi?

Üniversitelilerin derdi ne? Üniversite öğretim elemanları nelerle ilgilenir, neler konuşurlar bir araya geldiklerinde? Yerbilimciler, yerbilimsel evrimin aşamalarını; eğitimciler, dersane-okul çatışmasını; dirimbilimciler, dinozorların yok olma nedenlerini; siyasetbilimciler, Irak’ın işgalini; dilbilimciler, yabancı dilde öğretimi; dinbilimciler (tanrıbilim de diyorlar), laik düşüncede olanların ne uslanmaz zındık olduklarını… mı konuşurlar/yazışırlar kendi aralarında?

ODTÜ ilk bilgisayarlaşan üniversite. Bölümlerin bilgisayar ağıyla birbirlerine ve Acunağ’a (Internet) bağlanmalarını, yazışmaların ağ aracılığıyla yapılmasını, ders notlarının ve öğrenci notlarının ağ aracılığıyla verilmesini ben orada yaşadım. Bütün öğretim elemanlarının bağlanacağı bir topluluk olarak ortak bir ağ kurulmasını da… Ağlar ağı Acunağ’a bağlanmış ağlar arasında, kendi halindeki bu ağa, daha iyisini bulamadığım için Öğretimağ diyeceğim şimdilik. ODTÜ içinde başka birçok ağ olduğu için ODTÜ-ağ diyemedim.

Benzer ağlarda olduğu gibi, bu ağın üyelerinin gönderdiği iletiler ortak bir yere gidip oradan her üyeye dağılıyor. Yani Öğretimağ, çitaseverlerin ağı gibi, herkesin yazdığının herkese gittiği ortak bir yazışma ortamı. Her iletiye verilen yanıt da aynı yolu izliyor. Dolayısıyla, böyle ağlar, herkesin hem konuşmacı hem izleyici olduğu büyük bir açıkoturum ortamı.

Benim bilgisayarımda Öğretimağ ortamındaki ilk yazı 1996 tarihli. Ama bu yazışmalar daha önce başlamıştı. İlk bilgisayarlarım PC olduğu için, çökmeler ve virüsler yüzünden çok belge yitirdim. Artık daha değişik bir bilgisiyar ortamı kullandığımdan (ne olduğunu sormayın, söylemem) bu iki korkum da yok oldu. Ama birçok ileti de bu arada silinip gitti.

Konular mı? Yalnız ODTÜ’ye ilişkin olanlardan başlayıp üniversitelere, Türkiye’ye, dünyaya, daha da ötesine, ilişkin olanlara varıyor konular. Birkaç örnek: Bir yanda ODTÜ’ye özgü olanlar: sağlık merkezine ilişkin sorunlar, ODTÜ içindeki trafik, ODTÜ ormanındaki yabanıl hayvanlar —dört ayaklı olanlar (hem korunmalarına hem insanlara saldırmalarının önlenmesine ilişkin), lojmanların dağıtımı, vb. ODTÜ örneğinden yola çıkıp genel niteliği olanlar: öğretim elemanı atanmaları, aylıkları, YÖK yasası, ODTÜ’deki McDonald’s’a karşı öğrenci eylemleri… Daha genel nitelikteki sorunlar: 1 Mayıs’a katılma, ulusalcılık kavramının içeriği, bor madeni, Bergama’da altın çıkarma… başörtü sorunu… Uluslararası nitelikte konular: Chomsky’nin Türkiye’ye gelişi, Irak’ın işgali, uygarlıklar çatışması… Ve elbette, yabancı dilde öğretim yapan bir okulda kaçınılmaz olarak, dil sorunları: Yabancı dilde öğretim kavgası, yabancı sözcük/terim istilası, yabancı ve Türkçe kaynaklı sözcüklerin yazımı tartışmaları…

ODTÜ, sol siyasal bakışın kalesi olma niteliğini İTÜ’den devralmıştı. 12 Eylül döneminin hayhuyu içinde bayrağı yere indirdi. Şimdi bayrak nerede, siz biliyorsanız bana söyleyin. Dolayısıyla, öğretim elemanları arasında her türden insan var. Artık Öğretimağ’da bağnaz ulusalcı ile bağnaz dinciye rastlayınca şaşırmıyorum. Eksikliğini duyduğum tip de bağnaz demokrat. Tür yok oldu galiba —ya da olmak üzere. Demokratın bağnazı nasıl olur, belki ileride tartışma fırsatımız olur.

Tartışılan konuların bir niteliği daha var. Yukarıdaki bir bölümce (paragraf) içinde sezdirmeye çalıştım. Bir bilimsel dalın kendine özgü, yalnız onun uzmanlarını ilgilendiren konular pek ilgi görmez Öğretimağ’da. Her bölümden insana açık bir ortamda bu da doğal. Matematiksel formüllerle dolu bir ileti toplumbilimciyi sıkacağı gibi, son yıllarda moda olmuş, yarın unutulacak uçuk bir felsefi kuram da somut konularda çalışmaya alışmış mühendisi sıkar, sıkabilir. Böyle iletiler de arada bir ortak havuza düşer, ama elini dokunduran pek olmaz. Doğal olarak bunları yazanlar pek kızar bu tutuma. Ortak ağımızda ODTÜ içi trafiğin işlemesi ve sağlık merkezinde sıra beklemenin dışında, daha ‘akademik’ sayılacak konularda yazı yazılmasını isterler. Ama fazla ‘akademik’ düşünen kafa, sağduyudan esaslı bir çelme yer ve bu ileti de pek karşılık görmez. Diyesim, Öğretimağ, kesin sınırları çizilmiş akademik bir ortam değil, ODTÜ öğretim elemanlarının genel ilgilerini yansıtır/yansıtıyor. Yoksa bu kadar uzun erimli olmazdı belki.

Hem Acunağda dolaşıp onun dalgalarıyla boğuşurken karşıma çıkan hem de bağlı olduğum değişik ağlardan sanal ileti kutuma düşen birçok konu oluyor… Okuyup saygı duyuyorum, bazen; bazen de ağzımı bozuyorum. Bazen içimde kalıyor, bazen yazıp tepki gösteriyorum ben de. Konular genellikle eğitimli/okuryazar/aydın kesimin ilgilendiği konular.

Başkalarından doğrudan alıntı yaptığım durumlarda, onların iletilerinde Acunağ’ın sınırlılığı yüzünden yazılamayan Türkçe harfleri doğal olarak düzelteceğim. Ama yazım yanlışlarına dokunmayacağım; kem söz ve kötü yazım sahibine aittir diye.

İngilizce yazan ya da İngilizce metin gönderenler de oluyor. Bunları da doğal olarak Türkçe’ye aktaracağım.

Acunağ denen okyanusu uzun zamandır kulaçlıyorum. Orada sağlıklı, güleryüzlü, çağdaş yaratıklar da gördüm, kokusundan yanına yaklaşılmayan balık leşleri de. Acunağ’da, bulmasını bilene aydınlık ve bilgelik de var, bilmeyene kör inaç, safsata, ilkellik, önyargı ve saplantı da. Her ikisi de insana özgü, her ikisi de insanca. Her ikisi de bize bir şey öğretebilir. Elinde mum, aydınlık arayan ermiş de; elinde benzin bidonu, yakacak insan arayan karanlık yüzlü yobaz da orada. Keşke bu tip günlük yaşantımızdan elini ayağını artık çekse de yalnız karabasanlarımıza konuk olsa…* Ama yarım akıllı olduğu için türünün yok olma yolunda olduğunu anlaması biraz zaman alacağa benzer. Bekleyip görelim.

——-

* Günümüzün yobazı artık demokratlığa soyundu. Değiştim artık diyor. Ama hangi konuda ne kadar değiştiğini, eski yanlışlarıyla yeni doğrularının ne olduğunu bir giz gibi kendine saklıyor. Bayımızın utangaç demokratlığındaki cilanın bozuk olduğu da görülüyor bazen —söylediğinde ya da yaptığında, gazetecilere gülümserken ya da onları azarlarken, başarılı bir görevliyi açığa alırken ya da teröristlerle resim çektirmiş birisini onun yerine atarken… Ama günümüz yobazının utangaç demokratlığı Acunağ’da ortadan kalkıyor. Orada kimliğini kolayca saklayabildiği için, takiye yapmaya, güzel Türkçeyle söylersek, kıvırmaya gerek duymuyor. Maskesini çıkarıyor, karanlık yüzüyle çıkıyor karşımıza. Takkenin altındaki keli saklayamıyor orada.

04. July 2010 · Write a comment · Categories: Genel · Tags:

Patika, Ocak-Şubat-Mart 2004, Sayı 44

Sarışın Esmerler

Hüseyin İçen

Gazeteler yazıyordu bir ara: “Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Kültürel ve Akademik Proje” çalışmaları dolayısıyla ülkemizde bulunan Avrupalı öğrenciler, ülkemizdeki sarışınları görünce vay bir şaşırıp sevinmişler ki sormayın, “Ah ne güzel, sizde de mavi gözlüler, sarışınlar var,” demişler. Bizdeki yapay ya da doğal sarışınlar bunun üzerine gerdan kırıp göz süzüp utanmış görünmeye çalışmışlardır. Aman ne iyi! Sana ne oluyor diye sormayın. Artık Avrupalı dostlarımız bizi kendilerine yakın bulurlar da Avrupa Birliği kapısını burnumuz girecek kadar açarlar belki. Ayağımızı bir kapı aralığına koyduk mu, tamam. Artık dışarı çıkarabilmek için bize savaş açmaları gerekir.

Demokrasi kültürü konusunda Batıdan öğreneceğimiz çok şey var ya, Avrupalı öğrencilerin de kimi şeyleri öğrenmesi gerekiyor galiba.

Sanıyorum bir ara THY bir genelge de çıkarmıştı, havaalanlarının dış hatlarında çalışacak görevliler sarışınlardan seçilsin diye. O sırada Türkiye’de saç boyası tüketimi epey artmıştır. Bu ayrımcılığı insan aklı almıyor. Belki ileride akılsız yöneticiler, kıvırcık saçlı doktor, kartal burunlu güvenlik elemanı, kırpık badem bıyıklı genel müdür de arayacaklardır. Bu sonuncusunu aramaya başlamadılar mı zaten?

Saçları kirli sarıya boyanmış Güney Koreli ayaktopu oyuncularını görmüşsünüzdür. Küresel köye dönüşmedi mi dünya? Artık herkes tekbiçim giyinecek, tekbiçim boyanacak. Bizdeki kirli sarışınların çoğalması da bundan.

Ben sıradan bir adamım. “Türk insanında kişilik yarılması” ya da “toplumsal aşağılık duygusunun kültürel nedenleri” üzerinde ruhbilimciler ile toplumbilimciler yazsın. Ama yalın gözle bile bir çarpıklık olduğu gözleniyor. Nasıl mı?

Sanki son yıllarda Anadolu insanı sararıp solmaya başladı. Ortalık sarışından geçilmiyor. Neden güzelim esmer kadınlar saçlarını kendilerine hiç yakışmayan kirli sarıya boyarlar? Elizabeth Taylor ile Türkân Şoray’ın yapay sarışın oldukları bir iki film vardı, görmüşsünüzdür. Yüzlerine bakılacak halleri kalmamıştı. Anlaşılan birçok kişi de aynı şeyi düşünmüş olacak ki, pek az örnekle kaldı, bu, güzelleri çirkinleştirme işlemi…

Kadın televizyon sunucularımız artık sonbahar yaprakları gibi renk değiştiriyorlar durmadan. Ama tıpkı sonbahar yaprakları gibi, ölük sarı ile çürük kahve renkleri arasında değişiyor saçları. Kuzguna yakışan siyahı denemeye yürekleri elvermiyor. Eskiden galiba atv’nin sabah izlencelerinde görülen, şimdi bir dinci kanalda boy gösteren simsiyah saçlı bayan sunucuya selamlarımı yolluyorum. Onun saçları sonbahar rengi değil daha. Bir ara azıcık kahveleştiydi, ama sonra çabuk vazgeçti. Bakalım kanıksanan bu sararma çarpıklığına o ne kadar dayanabilecek? O zamana kadar gönlüm onun için çarpıyor. (Telefon numaram mı? Ona ne telefon numaramdan? Biz güzeli, bizim olduğu için değil, dünyamızı şenlendirdiği için severiz. Yine de… Hani…)

Ben Adanalı’yım. Bizim oralarda da gittikçe daha çok sayıda kadının sarardığını görüyorum. Bizim oranın esmer, kısa boylu ve genellikle kilolu kadınları, esmer tenin üzerine konmuş kirli sarı saçlarıyla, var olan çekiciliklerini de yitiriyorlar.

İnsansoyunun teni de ağarmaya başladı sanki. Daha mutlu bir dünyaya göçmüş olan Michael Jackson’ı /ceksın/ anımsasanıza…

Ünlü Amerikalı yazar, ırkçılıkla ilgili olarak “Amerikan toplumunda ırk bakımından gerçek kaynaşma süreci, ilk zenci çiftin girişiyle başlar, son beyaz çiftin çıkışıyla sona erer,” diyordu.

Yalnızca güneşin ve dolayısıyla yaşama biçiminin etkisiyle ortaya çıkmış bu deri ve saç rengi ayrımcılığı bir gün sona erecek elbet. Ama umarım basit bir renk ayrılığına dayanan önyargılarımızın dayanaksızlığını anlayıp onları çöpe atmamızla olur bu, bilim adamlarının kalıtımımızla oynamaya yönelik gereksiz çabalarıyla değil.

O zaman, hem sararmış saça hem ağarmış tene duyulan bu küçültücü eğilim de kendiliğinden ortadan kalkar. İnsanlar/Kadınlar da başka renklere özenmeyip kendi saç rengi ile ten rengini gururla taşırlar. Taşırlar ki, bütün dünyada görülen bu tekbiçime yönelme çabasının hiç olmazsa bir dayanağı ortadan kalkmış olur.

Gına geldi sarışın esmerlerden…
————
MERAKLIYA NOTTUR: Benim saçlarım siyah değil. Ağarma sürecine girmeden önce kumraldı. Benim atalarım, Orta Asya’dan kopup gelenlerden değil, Anadolu’da onları karşılayanlar arasından çıkma anlaşılan. Aile büyüklerim Türkmen boyundan geldiğimizi söyleseler de… Türk ne demek zaten günümüzde? Anadolu’da (ve Trakya’da) yaşayan kişi değil mi?

Huso’s Bloggard ya da Hüso’nun Sitesi birkaç bölümden oluşacak.

  1. Yayınlanmış yazılarımı burada yeniden yayınlayacağım.
  2. Her gün olup bitenlere karşı, anlık tepkilerim olacak. Patavatsız olabilir, dengesiz de… Ama bu sıfatın olumluları benim dünyaya tepkimde pek bulunmadı zaten.
  3. Özdeyiş derleme, düzenleme, anlayana, dinleyene, homurdanana sunma, kimisinin dediği gibi, benim kötü alışkanlıklarımdan biri. Ama daha kötüsü olabilirdi: Televizyonda dizi izleme ya da Tayyip’i dinleme gibi. Bunlarla karşılaştırıldığında, özdeyiş alışkanlığı çocukça masum bile sayılabilir. Onun için, uyarıyorum herkesi. Burada dolanırken, olur olmaz yerde, olur olmaz kişilerin olur olmaz sözlerine rastlayıp tökezler ya da burun üstü düşebilirsiniz. Dünyayı değiştirmemize olmasa da onun daha iyi anlamamızda etkili olmuş kimi sözleri zorla birilerinin boğazına tıkmayı deneyebilirsiniz, ama genellikle bir etkisi olmaz. Belki de o yüzden etkisi olmaz. Onun için güzel sözleri, sıradan insanın günlük beslenmesi içine çaktırmadan eklemek gerekir. Düşünsel sağlığının anlaşılmaz biçimde yerine geldiğini anladığı an, zaten iş işten geçmiş olacaktır.
  4. Akıllı adamın takılmayacağı bir alışkanlığım daha var: Ordan burdan resim derlemek… Bunları da bu siteye sığacak kadarıyla, yüreği ve beyni sağlam olanlara sunacağım. Kimbilir, belki de çaktırmadan.
  5. Şimdilik, bu kadar. Bu sitede dolanırken, hem çevrenize hem de ayağınızın ucuna bakmayı unutmayın. Burun üstü düşmek an meselesidir.

10 Adımda Blog Oluşturmak yazısı da blogunuzu düzenlemek için size başlangıçta yardımcı olacaktır.