Patika, Ağustos-Eylül-Ekim, Sayı 46
Hüseyin İÇEN
Yalnız ülkemizdeki değil, dünyanın her yanındaki ortalama zekâ ve bilgi düzeyi araştırılsa, bunun bir tatlısu istakozunun zekâsından azıcık yüksek, bir suaygırınınkinden epeyce alçak olduğu görülecektir. Bu düzeydeki zekâ, çeşitliliğe izin vermeyecek; ister havra olsun, ister stadyum, toplu tapınma yerlerine gitmeyen herkese en az kötü olasılık çok tuhaf bir kuşmuş gibi bakacak, en kötü olasılık onların boğazını kesecektir. Ve demokrasimiz de bu iki tepki arasındaki ürpertici kesitte samba yapmayı sürdürecek…
Önceki yazım “Sarışın Esmerler” üzerine birkaç tepki düştü ileti kutuma. Yakınımdan olan sarışın bir bayan, “Sen niye rahat durmazsın? Sana ne sarışınlardan? Sağı solu dürtükleyeceğine, bildiğin konularda ahkâm kessen ya!” derken; uzağımdan olan bir bayan (sarışın mı, değil mi bilmiyorum), “Siz sarışınlara karşı önyargılısınız,“diyor. Hele bir kızanlar bir kızanlar var, bir tanesinin yaptığı el işaretini buraya çizmeye utanırım. Resmini bile yapıp göndermiş bana.
Düşündüm… Sarı renk mi beni iten diye… İnsan renklere niye karşı olsun ki? Renklerle ilgili duygular büyük oranda kültürel/geleneksel çağrışımlarla beslenir. Yalıncası, alışkanlıklara bağlıdır.
Beyaz nedir? Temizlik, arılık, bakirelik… Siyah? Karamsarlık, ölüm, yas… Yeşil? Doğa, doğal çevre… Türbe yeşili? Dinsellik, siyasallaşmış din… Kızıl? Sol, toplumculuk, komünizm… Mavi? Soyluluk… Kırmızı? Kan, şiddet, şehvet… Mor? Kadın hakları… Sarı? Hastalık, zayıflık… Lacivert? Resmilik…
Neden bunlar da başka çağrışımlar değil? Renk ile çağrışım arasındaki ilişki büyük oranda saymaca olduğu için başka da olabilirdi.
Ben turuncu’dan hoşlanırım. Kendime göre gerekçeler de bulurum bunun için. Efendim, sıcak renktir; benim kişiliğimle uyuşur derim ya da doğum yerim Adana’da yeşil yapraklar arasında sanki parıldar gibi görünen portakallar, mandalinalar dolayısıyla turuncuyu seviyorum, falan filan… İyi de, bahar gelince, Adana’da yeşilin tonları güller gibi açar her yanda. O zaman neden yeşil değil de turuncu beni coşturan?
Boyumu aşan, büyük olasılık boşa konuşacağım felsefi tartışmalara gireceğime ben de sordum kendime: Durup dururken, Sarışın Esmerler diye bir yazı yazıp da niye böyle yapay ya da doğal sarışınları sıçrattın üstüne? Ağzı yüzü düzgün bir dil ya da suya sabuna dokunmayan bir siyaset yazısı yazsan da onun bunun ayranını kabartmasan olmaz mıydı?
Yine düşündüm… (Bu kadar sık düşünmek sağlığımı bilmem nasıl etkileyecek?) Galiba dediklerim yanlış anlaşılmış. Kadın saçında özellikle siyah renk değil beni kendine çeken. Siyah niye çeksin ki?
Ben çeşitliliği severim. Yalnız kendi çevremde, yakın arkadaşlarımla ilişkilerimde değil, genel olarak toplum içinde de… Türban da türban diye tutturanlara neden aklım ermiyor? Kadınları/İnsanları hep birbirine benzer duruma getiriyorlar diye… Saçlarını kısaltacaklarına, uzatacaklarına, kıvırtıp biçim vereceklerine, toplayıp taç gibi başlarına yerleştireceklerine, gökkuşağının her rengine boyatacaklarına (Hoş yalnız kirli sarıyla ölük kahverengiyi seçiyor kimileri ya; şimdilik bunu dışarıda tutalım.), kolay yoldan bir türbanın altına saklayıveriyorlar. Kafamızdaki kıl neden utanılacak bir şey oluyor, anlamak zor. Ya da kıl cinsel yönden kıştırtıcıysa, kaşlardaki kıl neden kışkırtıcı olmuyor? (Bu arada kafaya türbanı taktıktan sonra, yüzlerini gökkuşağı gibi boyayanları, dar etek giyip kırıtanları, moda dergisinden fırlamış gibi giyinenleri ve bunların çelişkilerini saymıyorum. Belki asıl homurdanmamız gereken bu tutarsızlar aslında.)
“İlle de türban takacağım,” diyenlerin tutumunu beğenmiyorum da “İlle de türbanı çıkaracaksın,” diyenlerle aram iyi mi ki? Bir arkadaşım, benim 12 Eylül döneminde üniversitede zorla sakalımı kestirmelerine bağlıyor, bu zorla türban çıkarma işine aklımın ermemesini. Bilinmez, kişinin bilinçaltının karanlıklarında neler yattığı. Kendimize yapılan zorbalık, başkalarına yapılan zorbalığı daha iyi anlamamızı sağlıyor belki de…
Düşündüm de… (Aman Tanrım, yine mi!) Renkler değil galiba benim derdim. Türban takmak ya da çıkarmak da değil. Ben, sanıyorum, çeşitlilikten yanayım. Çeşitliliği engelleyenlere yakınlık duyamıyorum, dahası ürküyorum onlardan. Beni binlerce kişiyle bir stadyuma kapatacaklar, hepimize aynı yiyeceği yedirecekler, aynı giyeceği giydirecekler, belli saatte yatağa sokup belli saatte uyandıracaklar, aynı müziği dinletecekler, aynı TV izlencelerini, fıkraları önümüze sürüp aynı siyasetçileri izletecekler gibi gelir bana. (Hele bu sonuncusu en çekilmezi. Sürekli bağırarak konuşan önderciklerimizi düşünsenize…) Cehennemin nasıl bir yer olduğunu bilmiyorum, ama ya cehennemlik ruhların satıcılık yaptığı bir büyük mağazaya ya da böyle bir stadyuma çok benzer gibi geliyor bana.
Demokrasisiyi de çeşitliliğe izin verdiği için seviyorum, en iyi yönetim biçimi olduğu için değil. Winston Churchill /çörçil/, ”Demokrasi en az kötü rejimdir,” diye çok önceden söylemiş zaten sözün doğrusunu. Yani Türkçesi, hepsi birbirinden beter de demokrasi eh işte…
Demokrasi en iyi biçimiyle küçük toplumsal birimlerde uygulanabilir–bir köy ya da kasabada. Toplarsın üç ya da beş yüz kişiyi meydana. Sorun oradadır; sorundan etkilenenler oradadır. Tartışıp kararları verirler. Ne zaman ki çıkarlarımızı savunması için birilerini seçip uzak bir kente göndermeye başladık, demokrasinin rengi kararmaya başladı. Hem beş yüz kilometre öteden insanların sizi yönetmesi saçma hem de bu uzaklıkta seçtikleriniz arasında denetleyemeyeceğiniz numaralar dönmeye başlıyor. Böyle böyle yapacağım dedi diye birini seçip gönderiyorsunuz oraya, şöyle şöyle yapıyor. Ne yapacaksınız? Beğenmeyince geri çekebilseniz… Çekersiniz, ama beş yıl sonra… O zamana kadar kimbilir daha ne fındıklar kırmasına fırsat vermiş oluyorsunuz. Ama gelişen teknoloji ve iletişim araçları sayesinde uygunsuz iş görenleri anında geri çağırıp hesap sormamız, azarlamamız, iyi bir terbiye etmemiz, olabilecek gibiyse geriye, olmazsa evine göndermemiz olanağına ulaşabileceğiz belki.
Şimdiki durumda ise Churchill haklı… Başka türlü olmaz ki zaten. Kusursuz olduğundan vazgeçtik, çok temel kusurları var. Bir tanesini sormasanız da söyleyeceğim: Bir ülkedeki demokrasinin düzeyini bulmak ister misiniz? Ülkedeki her yurttaşın zekâ ve bilgi düzeyini bulup bunları birbiriyle toplayıp yurttaş sayısına bölün, o ülkedeki demokrasi düzeyi ortaya çıkar. Ben geri zekâlıysam (büyük olasılık), kazı koz anlıyorsam (sık sık oluyor zaten), Pavarotti’yi dinlemem gerekirken İborotti’yi dinliyorsam, kim kimi dikizliyor gibi moronların (zekâ düzeyi: sekiz-on iki yaşlar arası olanların) hazırlayıp embesillerin (zekâ düzeyi: üç-yedi yaşlar arası olanların) izlediği ya da gökteki, bilmemkaç ışık yılı uzaktaki yıldız kümelerinin kişiliğimi ve geleceğimi belirlediğini sananların boş boş konuştuğu izlencelere kafayı takıyorsam (Yahu benim odanın köşesinde dikili duran süpürgenin bile bana daha çok etkisi vardır!); ya su katılmamış bir hödük olduğumdandır; ya da, öyle değilsem bile, beynimi emekliye ayırdığımdan kafamdaki tahtaların yavaş yavaş, kaçınılmaz olarak, gevşemekte olduğundandır. Benim gibilerin seçtiği yönetici de üç aşağı beş yukarı benim gibi olur. Çıkarıp bir kürsüden konuşturun yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Bertrand Russell’ı /rasıl/, ötekinden de ağzı laf yapan, gözlerinde avro ya da dolar imi parlayan bir cin fikirliyi, büyük olasılıkla ikinciyi seçerim, bilesiniz. Seçiyorum da… Baksanıza anlı şanlı meclisimize… Milletvekillerimizin arkasında altı yüzü aşkın mahkeme dosyası bekliyor. Neden bekliyor? Çünkü dokunulmazlıkları var. Evrakta sahteciliğin, ihalede rüşvetin dokunulmazlığı mı olurmuş? Adamlar bu işleri meclis kürsüsünden mi yaptılar?
Beni, bu toplum, seçmen nitelikleri kazandıracak biçimde yetiştirmemişse; ülkemin hazinesini doldurmak isteyenle kendi kesesini doldurmak isteyeni ayırt edecek nitelikleri bana edindirmemişse, ne bekliyordunuz? Sokrat’ları, Wagner’leri, Nazım Hikmet’leri seçmemi mi? Sizin beklentiniz orada dursun, ben Hitler’leri ve onun her ülkede bulunan günümüzdeki ve yakınımızdaki benzerlerini oylarımla işbaşına getirip ülkemi ve dünyayı çabuk yoldan cehenneme çeviririm. Ötekileri mi? Onları da içeri atarım ki sokakta insanları çevirip uygunsuz düşünceleriyle benim zavallı, sıradan yurttaşımın kafasını karıştırmasınlar. (Benim yurttaşım, elbette. Siz onların hangi seçimde size oy verdiğini gördünüz?) Onlar rahat dursunlar ki ben de ötekilerin kafalarına vurup ekmeklerini her zamanki gibi kolayca ellerinden alabileyim. Hepsi benim onların: Benim yurttaşım, benim milletvekilim, benim genelkurmay başkanım, benim… Hepsi benim, size ne oluyor? Sesini çıkaran işadamının defterini dürerim, muhalefet yapanın televizyonunu kapatırım, haberiniz olsun. Ya seversiniz beni ya defolursunuz. Ülkede demokrasi var, sınırlar açık.
Bir ülkedeki seçmen çoğunluğu elifi görse mertek sanan yarımakıllılardan oluşuyorsa, işbaşına canilerin, hırsızların, en az kötü olasılıkla uydumcuların (konformist) gelmesi elbette büyük olasılıktır. Ağır mı konuştum? Sandıktan Hitler gibi sapıkları, Taliban denen kaçıklar takımını, kendini en büyük sanan Bush’ları /buş/ çıkaran, halkoylamalarında buyurgan (diktatör) Pinochet’ye /pinoşe/ oy veren, Avrupa’nın dersini almış olması gereken ülkelerinde bile hâlâ ırkçı, faşist partileri kendi oylarıyla güçlendiren (hadi daha yakına gelmeyip burada keseyim) kim? Marslılar mı?
“Seçmenlerde siyasal yetişmişliğin olmadığı yerde, demokrasi, toplumun kuyusunu kazacaktır,” demek, falcılık değil. Onun için, toplum, freni patlamış otomobil gibi uçurumun ağzına son hızla giderken, “Yahu, babo, düşüyorsunuz!” diyenin dediği doğru çıkarsa, onda doğaötesi güçler niye aramalı ki?
Karamsar mı? Hayır, gerçekçiyim… Demokrasi pek fazla bir şey değilse bile, bir ayna en azından. Aynanın karşısına geçen, kulakları aklından uzun, su katılmamış bir hödük olursa, oradan bir ermişin yüzünün görünmesini niye bekleyelim ki? Bernard Shaw /şo/ bunu değişik sözcüklerle anlatmış. Demokrasiyi renkli bir balona benzetiyor. Siz gözünüzü dört açıp çevrenize bakacak yerde, “Aaa, ne güzel balon…” diye ağzınızı nah bu kadar açıp gökyüzüne gözünüzü dikince, birileri cebinizden paraları araklıyor, işinizi ve evinizi elinizden alıyor. Ama hiç olmazsa önemli bir yararı var: En azından eğlenceli bir ortam hazırlıyor… Balonu seyrederken biraz da eğleniyoruz. (Bekleyin, seçim geliyor; yine eğlence başlayacak, ortalık artık ‘balon’dan geçilmeyecek.) Aslında, her yönetim biçimi, çoğunluğun eğlencesini eksik etmez. İster süslü püslü soylu soytarıların tahtırevanla halkın önünden geçtiği monarşiler, isterse halkın ilgisini, sandıktan çok, ayaktopu oyuncularının ya da boğaların koşuşturup durduğu meydanların çektiği, günümüzün sözde ‘demokratik’ toplumlar olsun. Halk her zaman eğlenmek için, en az meydan kadar, anlı şanlı yöneticilerin bulunduğu localara da bakar. Demos, demokrasiyi ne zaman öğrenecek?
Düşündüm de (Bu düşünme alışkanlığı çok tehlikeli boyutlara vardı artık!), sıradan yurttaşın sık sık ayranı kabarmasın diyen her yönetim angutlar için eğlenceyi hiç eksik etmeyecektir, etmemeli de… Buyurunuz, kanlı canlı Roma arenasında gladyatörlerin birbirlerini boğazlamasına, İspanya’da insanla hayvanın birbirinin kanını dökmesine ya da günümüz stadyumlarında gözü dönmüş bağnaz toplabozmuşların kana kan aramasına birlikte bakalım, gönlümüz elverirse… Buralara bir de spor yeri demezler mi? Öyle spor yeri mi olur? Nereleri spor yapıyor oralara gidenlerin? Gözleriyle ağızları mı? Oralar, bezelye kadar beyni olanların Şiddet denen tanrıya tapındığı ortak sanrı alanları… Yoksa, üç direk arasından bir top geçti diye alanlara girip ya da sokaklara dökülüp ortalığı ayağa kaldırırlar mıydı? Hem de çoğu daha ofsayt ile elle oynamayı bile ayırt edemezlerken… (Yahu, bezelye beyinli mi dedim, mercimek beyinli demeliydim galiba!)
Aynı tanrıya sanal tapınma yerleri olan sinemaları da unutmayalım bu arada…
Hey, zekâ/bilgi düzeyi, demokrasi düzeyidir dedik ya, yanlış anlaşılmasın. (Bağnaz ulusalcılar burunlarından solumaya başladılar bile…) Yalnız ülkemizdeki değil, dünyanın her yanındaki ortalama zekâ ve bilgi düzeyi araştırılsa, bunun bir tatlısu istakozunun zekâsından azıcık yüksek, bir suaygırınınkinden epeyce alçak olduğu görülecektir. Bu düzeydeki zekâ, çeşitliliğe izin vermeyecek; ister havra olsun, ister stadyum, toplu tapınma yerlerine gitmeyen herkese en az kötü olasılık çok tuhaf bir kuşmuş gibi bakacak, en kötü olasılık onların boğazını kesecektir. Ve demokrasimiz de bu iki tepki arasındaki ürpertici kesitte samba yapmayı sürdürecek…
Çıktığımız yolu biraz renklendirelim: Yurt dışındaki bir üniversitede bulunmuştum 12 Eylül sonrası. Dünyanın dört yanından (elli kadar ülkeden) İngilizce öğretmenleri öğretim yöntemleri bilgimizi geliştirmek için bir araya gelmişiz. Ortak toplantılarda, eğlencelerde özellikle kadınların giyimlerindeki renk cümbüşünden başımız dönerdi. Ceketliler, pantalonlular, upuzun giysililer, mini mini etekliler, sarililer, başı açıklar, başı kapalılar, hatta çarşaflılar… Onlar bile rengârenk: Safran sarısından alev kırmızısına, gök mavisinden zümrüt yeşiline kadar… Ama galiba kara çarşaf yoktu… (Bizdeki kara çarşaflıların düşgücü niye bu kadar yetersiz ki?)
Oradayken düşünürdüm arada bir… (O sırada, 12 Eylül’ün karanlığı süren Türkiye’de düşünmek tehlikeliydi. Bu darbe karşıtlığı alım satımıyla uğraşanlar, darbe yapacakları bulup çıkarmaya çalıştıklarını söyleyedursun, darbe yapanlar orada oturuyor; onlara bir şey söyledikleri yok. Bu ikiyüzlülük değilse, sözlüklerdeki tanımlar hepten yanlış.) Bir araya geldiğimizde büründüğümüz bu çeşitlilik kendi ülkemize döndüğümüzde ne olurdu ki acaba? Ne olacak, herkes kendi ülkesinin birörnekliğine soyunurdu herhalde. Bahreynli Fâtımâ minimini eteğinden soyunup biçimli bacaklarını kara çarşafının içine saklar, sokak serserisi kılıklı Türk Hüseyin ile İndonezyalı Alex, kirli kotlarını çıkarıp birisi kravat ceket dersliğe girer, öteki asıksurat takınarak bakanlıktaki saygın odasına…
İngiltere’de ise giydiklerimiz günden güne de değişirdi. Boylu poslu Kenyalı esmer güzeli Fatıyâh (Ah, Fatıyâh!) bazen kafa karıştıran mini eteğiyle gelirdi bölüme, bazen de yerleri süpüren ulusal giysisiyle… Her iki durumda da bir bakan, bir daha başka yere bakamazdı. Meksikalı cep Venüs’ü, bizim taktığımız adıyla Mamasita (‘fıstık’ demekmiş) öyle çeşitli giyinirdi ki, kimi günler tanıyamaz, karşısına geçer, binbir heyecanla tanıştırılmayı beklerdik. Öyle etekleri vardı ki, giymese de olurmuş diye aklımızdan geçerdi. (Düşündüğünüz yanlış… Bir yıl boyunca bir tek kişiyi dokundurmadı kendisine, çok basit ama erkek olarak bize anlaşılmaz görünen bir nedenle: Ülkesinde nişanlısı bekliyormuş da!..)
Bu renklilik, ülkelerin sınırlarının zorlandığı günümüzde, toplu iletişim araçlarının yoğun bombardımanıyla tekbiçime yöneliyor. Şimdi her ülkenin içinde bizlerin değişik yöntemlerle buna zorlandığımız gibi…
Demokrasiyi, çoğunluktaki ve işbaşındaki tatlısu istakozlarına karşın, bunun için seviyorum galiba. Demokrasiye can veren ilkenin, çoğunluğun yönetimi değil de azınlıkların korunması olduğu için… Günümüzde, özellikle işbaşına geldiklerinde bunu karıştıran siyasetçiler olsa da çoğunlukçu değil, çoğulcu bir düzen olduğu için… Böyle olması da gerekir.
Yalnızca süs olsun diye çeşitliliğin korunması gerektiğinden değil bu. Bizim inandığımız düşüncenin de canlılığını koruması için… Bizim takımın zayıf ve eksik yönlerini anlamanın en iyi yolu karşıdaki bağnazın dediğini dinlemektir. Çünkü bilinçli olarak en zayıf yerimize o vuracaktır. Çeşitliliğe fırsat vermeyişimize, demokrasimizdeki özürlülüğe… Karşıt görüş bizi güçlendirecek, diri tutacaktır. Karşıt görüşün varlığı, miskinliğe yuvarlanıp gitmemizi engelleyecek, yenilenmemize olanak sağlayacaktır.
Eğer benim gibi, demokrasiye en azından kuşkulu gözlerle bakan birinden gelen bu sözler bir demokrasi övgüsü değilse, demokrasi tutkunları övgünün daha iyisini bulsun –bulabiliyorlarsa eğer.
Demokrasi, seni seviyorum -eh, oldukça… Değişik yöntemlerle bizi birörnekliğe zorladığın halde, aynı zamanda en azından çeşitliliğe fırsat verdiğin için. Değişik olmaya izin verdiğin için…
Bırakın da değişik olalım, yahu… Size değişik çevrenler (ufuk) açacak, özgün filozoflar olamasak da, sizi değişik biçimde gıdıklayacak özgün soytarılar olalım. Bilgisayarınızda yonga, beyninizde nöron olamasak da, şapkanızda bir tüy olalım… Martin Luther King’ler, Diderot’lar, Osman Bolulu’lar olamasak da, en azından polis dayağı yemeden, tatlısu istakozları üzerimize höykürmeden Yeşil Barış ya da çevre koruma dernekleri gönüllüleri olalım.
Bırakın da olalım…
Recent Comments