Ağdan Yansımalar 1
Acunağda ne var?
Hüseyin İÇEN
Acunağda ne yok ki? (Acunağ mı?) Her gün benim sanal ileti kutuma takılanları bir görseniz, gerçek dünyanın oraya gizlenmiş, sıkışıp kalmış olduğunu sanırsınız. (Matrix masalına gönderme yapmadan edemedim.)
Gerçek dünya hem orada, hem orada değil. Daha doğrusu, epey bir bölümü orada. En azından, sanal bir bölümü.
Gelenektendir, ortaya yeni çıkanı bir şeye benzetmek. Bu uluslararası ağ ortamı, yapı olarak bir ağa benziyorsa da, içerik olarak bir ayna sanki. Gerçeğe öykünse de gerçek değil, ama gerçeği epey bir oranda yansıtan bir ayna. Kimi durumlarda bir dev aynası, kimi durumlarda bir cüce aynası bu Acunağ denen şey. (Acunağ mı?) Gerçek dünyanın önemsiz yönleri, gerçek dünyaya sığmayacak kadar büyütülebiliyor da; can alıcı yönleri bir nokta kadar ufaltılabiliyor da -tıpkı televizyon gibi. Benzetme ustaları TV’ye de çoktan aynı benzetmeyi yapmadı mı? Yıllar önce İlhan Selçuk televizyon için “komprador kapitalizminin dev aynası” demiş, yılbaşı eğlencesini seyrettikten sonra da içi bulanmış olarak “Türkiye bu mudur?” diye sormuştu. Ağda dolaşıp insanlığın bütün kirli çamaşırlarını gördükten sonra (ırkçılık, savaş yanlılığı, en pis kokan yönleriyle türül türül cinsellik ve her türlü ilkellik, bilimdışılık ve safsata…), diyorsunuz ki, insanlık bu mudur? Doğrusu, hem uygar vitrinimizi sunuyor görebilene Acunağ hem de bilinç altındaki ya da üstündeki ilkel saplantılarımızı. (Acunağ mı?)
Ben de birkaç yazıda uygarca yanımızla ilkelce yanımızdan yansımalar sunacağım size -belki biraz altını çizerek, büyüterek, abartarak. Yani zaten çoktan büyütülmüş olanı devleştireceğim. Görme özürlüler iyice görsün diye. (Bu dergiyi okuyanlar, büyük olasılıkla görme özürlü değildir ama arada bir anlı şanlı kimi dergileri kimler elinde dolaştırıyor, görüp de şaşmışsınızdır, eminim.) Bu Acunağ denen şey de büyütüle büyütüle canavar edilip kişisel ve toplumsal yaşatımızın ortasına çağrısız gelen konuk gibi bağdaş kurup oturdu bir zamandır. (Acunağ mı?)
Acunağ elbette… Ben elimden geldiğince Türkçe yazmaya çalışırım. Şu kadar yıl İngilizce öğrettim, yine de yabancı sözcükler dilime kolay kolay girmez. Sanki sası sası kokarlar bana. Ender olarak dilimin ucuna gelseler de kalemimin ucundan zor düşerler. (Kalem dediysem, sözün gelişi yani… Bu kadar yıl klavye dürtüklemekten elyazım bozuldu, kendi yazdığımı kendim okuyamaz oldum.) Yabancı sözcük deyince benim gümrüğüm iyi çalışır. Keşke herkesinki iyi çalışsa -çalışsa da hem sokaklarda hem toplu iletişim araçlarında görmeye alıştığımız, neredeyse kanıksadığımız doğru sanılan yanlışları, doğal sanılan gülünçlükleri, saçmalıkları görmesek… (Yarım akıllı bir TV sunucusu geçenlerde Amerika’nın Irak’ı işgali ve BM’den söz ederken ‘meşruiyet’ diyeceğine ‘meşrutiyet’ demişti. Okuma özürlü sunucumuz ‘yasallık’ dese yanlış yapmayacaktı. ‘Yasallık’ sözcüğünün neresinden yanlış çıkarabilirsiniz ki?)
Bu yazıların genel adına Acunağdan Yansımalar desek de genel olarak dil ve kültür alanına da, Türkçe’yi iyi bilmeyenlerin deyişiyle ‘medya’ya da göndermeler olacak elbette. Aslında bu sayfanın uzun adı
Ağdan/Acundan/Evrenden yansımalar/yazışmalar/takışmalar/çatışmalar/öğrenmeler/söylenmeler/kıvranmalar/hırıltılar/zırıltılar/homurtular/horultular/höpürmeler/köpürmeler…
olmalı ya neyse…
Acunağ mı? Acunağ elbette… Internet karşılığı kullanıyorum, daha iyisi bulunana kadar. Ortakağ, Genelağ gibi terimler de aklımdan geçti, ama düşündüm, bütün ağlar ortak ve genel. Bütün dünyanın bilgisayar ortamını birbirine bağlayan ağın daha özel bir adı olmalı, öteki ağlardan onu ayıran. Evrenağ aklıma geldi. Sevgili dostum Türker Mirata, Ağlar ağı’nın önerildiğini söyledi. (Ben bile önermiş olabilirim…) Mirata şöyle diyor iletisinde:
Yanımda ayrıntılı bir Türkçe Sözlük yok. Ancak, Nijat Özön’ün (1995) Büyük Dil Kılavuzu’ndan edindiğim izlenime göre, ‘acun’ daha çok ‘evren’ karşılığı olarak kullanılıyor; örneğin, ‘acunbilim’ = kozmoloji. Internet henüz böyle bir nitelik kazanmadı —yoksa kazandı mı?
diyerek ona yakışan bir incelik içinde benimle dalgasını geçiyor.
Benim karıştırdığım sözlüklerde ‘acun’ karşılığı olarak ‘evren’ de geçiyor, ama ağırlık ‘dünya’ anlamında. Eskilerin düşlem dünyasının daha evreni içine almadığı dönemleri düşünürseniz bu da doğal. Hatta daha bile dar olabilir. Belki de acun demekle at sırtında gidilebilen bir alanı düşünüyorlardı. Ama daha sonra galiba, en azından ‘dünya’ya genişledi ‘acun’un anlamı. Onun için anlam bakımından sorunsuz gibi geliyor bana Acunağ. Ama tutar mı? Eskiden önerilmiş ne güzelim sözcüklerin tutmadığını, ne beklenmedik sözcüklerin tuttuğunu düşünürseniz, dil denen canavar neyi benimseyip sindiriyor, neyi kekre bulup çıkarıyor, anlamak için falcı olmak gerek. (Sahi, dil ustamız Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük’te, ‘kozmoloji’ karşılığı olarak acunbilimi evrenbilime gönderiyor.)
Konuya ısınıyorum galiba… Bilgisayar özürlü olanların kafasında bir resim oluşturmak için biraz ayrıntı vereyim. (Özürlü sözünden alınmayan alınmaz, alınanın da alınmak için bir nedeni vardır herhalde… Aziz Nesin, Türk halkının büyük çoğunluğu ahmak deyince, Türkiye’de ne kadar yarım akıllı varsa hop oturup hop kalkmadı mı? Gazetelerde Aziz Nesin’e demediklerini bırakmadılar. Eee, alınmak için nedeni olanlar alınacak elbette. Ben hiç alınmadım. Siz alındınız mı?) Neyse, neden söz ediyorduk? Bilgisiyar okuryazarı olmayanlardan galiba… Bütün bilgisayarlar birbirlerine çoğunlukla telefon kablosuyla (şimdilerde kablosuz da) bağlanıp, iletişim kurup bilgi alışverişinde bulunabiliyorlar. Bu, bir oda içerisindeki üç bilgisayar için de olanaklı, bir bina içindeki otuz bilgisayar için de. Bir ülke içindeki bilgisayarlar da birbirine bağlanabiliyor, yeryüzündeki bütün bilgisayarlar da. Hah, işte bu sonuncusuna Acunağ deniyor.
Acunağ, kızlarımızın 19 Mayıs törenlerinde stadyumlarda oyun oynamak için kullandıkları çemberden çok, toplabozmuşun (hooligan) elindeki zincire benziyor -yani görünüş olarak… Bu zincirin çok sayıda baklası var -hem de irili ufaklı. Her baklanın içinde az ya da çok sayıda bilgisayar var. Küçük bir tecimsel ortaklıktaki beş bilgisayar hem birbirine hem de istenirse ya doğrudan ya da daha büyücek bir bakla aracılığıyla Acunağ’a bağlanabiliyor. Ben evimdeki bir tek bilgisayarla bağlanırken, ODTÜ, örneğin, binlerce bilgisayarıyla bağlanıyor. Baklalar arasındaki bağlantılar da çizgisel değil. Yani yeryüzünün öte ucundaki bir baklada bulunan bir bilgisayara bağlanmak isterseniz, yolda bulunan bütün baklalardan geçmek zorunda değilsiniz. Gidilecek her yolun kestirmeleri de var. Yoksa bakla ve bilgisayar sayısı işi olanaksız hale getirirdi.
Bilgisayar otoyolu da deniyor ya Acunağ’a… Ama bu bağlanmayı karayolunda gidiş değil de sanal ortamda zıplayış olarak düşünmeli. Yani karaya bağımlı değilsiniz. Onun için Tanzanya’nın bir dağ köyünde bulunan arkadaşınızın bilgisayarındaki bir müzik parçasına da, Britanya Müzesi’ndeki, Anadolu’dan araklanan yontuların resimlerine de, Amerikan Kongresi’nin kütüphanesindeki bir kitabın ilk basımının sanal kopyasına da, size penceresinden el sallayan karşı komşunuzun bilgisayarındaki bir ‘uygunsuz’ resme de ulaşmanız saniyelerle ölçülüyor. Üstelik son teknolojik gelişmelerle bu süre gittikçe azalıyor. Gerçek zamana yakın diyeceğim ama gerçek zamandan da çabuk olacak karşı evde oturan arkadaşınıza ulaşmanız. Daha siz masadan kalkıp, pencereye yürüyüp, pencereyi açıp arkadaşınıza “Hey, istediğini gönderdim,” diye seslenemeden, ağ üzerinden gönderdiğiniz belge (yazı, resim,müzik ya da film kesiği) ona ulaşmış oluyor. İsterse onun sanal adresi And Dağları’nın eteklerindeki bir kasabada bulunan küçük bir şirkete bağlı olsun. Elinizdeki belge, Şili’ye gidip, oradan dönüp karşı evde oturan arkadaşınızın bilgisayarına iniveriyor —daha siz ayağa kalkıp ona seslenmek için pencereye ulaşamadan. Siz üçgenin kısa, kıpkısa kenarını aşamadan, belgeniz, üçgenin uzun, hem de ne uzun iki kenarını aşıp ereğine ulaşmış oluyor. Eğer bunda bir ‘büyü’ yoksa ben de kuyruklu piyanoyum! Büyü mü?
Büyü elbette. Gelecekte bu alanda neler yapılabileceğini düşünmek için bile düşgücümüz yaya kalıyor. Sanal cerrahi başladı bile. Avustralya’nın Sydney kentindeki bir cerrah, Acunağ aracılığıyla Şırnak’taki bir hastayı ameliyat edebilecekmiş artık. Hayır, aklınıza geleni belki daha uzun süre yapamayacağız, ama bilgisayar teknolojisinin sundukları yine de baş döndürücü. Onun için, İngiliz yazarı Arthur C. Clarke “Yeterince gelişmiş teknoloji büyüye yaklaşır,” dememiş miydi? Bütün insansoyu büyülenmiş durumda. Hem iyi hem kötü anlamıyla… Böyle bir olanak, tıpkı cerrahın neşteri gibi, hem olumlu hem olumsuz amaçlar için kullanılabilir. Ama her araç böyle değil mi zaten? Büyüyü sezip de bilgisayara uzak duranlar olduğunu biliyorum. Çok temelli şeyler söyledikleri de. Ama ileri sürdükleri olsa olsa neştere karşı çıkmaya benziyor ya da çıngıraklıyılandan elde edilen zehre.
İyi ya da kötü olan, aracı kullanan eldir. Kimi kaçık bilimkurgu yazarları ne derse desin, makinenin ruhu yok. İyi de, kötü de bizim ellerimizde, daha doğrusu beyinlerimizde. Beyinlerimizi düzeltirsek, makineleri kırmamıza gerek kalmaz.
Recent Comments