“yeni dünya kültürü ve sanat”

YENİ DÜNYA KÜLTÜRÜ VE SANAT

 

Onbir yaşından onsekiz yaşına kadar hergün birer resim, desen, ya da heykelcik yaptım ve özellikle yazları, hemen hergün bir kelebek yakaladım. Resim yapmak herhalde doğaldı; babam köklü bir resim okulunda köklü derslerden birini veriyordu; ayrı bir zaman ayrılırsa o konu da belki itinayla hatırlanır. Ama kelebek merakı? Kelebek koleksiyonu yapmak, bilmem neden, evdeki birtakım kitapların tetiklemesiyle olmuştu. Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi, Ev Atölyesi, Hobiler ve Biz, Ev ve Aile Ansiklopedisi, Resimli Dünya, Evde Tadilat ve İmalat İşleri, Karıncaların Dünyası benzeri ansiklopedi ve kitaplar, bu merakı, önce babamı lehimcide bir kelebek ağı kasnağı yaptırmaya ikna, sonra hergün 800m2’lik ev bahçesinde bir aşağıya bir yukarıya koşturarak önce kelebeklerin, sonra da böceklerin dünyasına eğilme ile sonuçlandı. Kuşkusuz her iki durumda da zaman ayırma faktörü, işin en önemli boyutuydu. Ama annem dünden razıydı; resim yapmak ve kelebek koleksiyonculuğu, yalnızca Evde İmalat İşleri ilgisinden daha geniş bir alanı kapsayıp ilgilendiriyordu; çünkü bodrum katta deney yaparken önce odanın halısını, bir keresinde de kendi çorap ve ayaklarımı yakmış olmak gibi tehlikeleri bir kere daha yaşamayacaktım. Her gün kelebek peşinde koşmak, zayıf olan böbreklerimi güçlendirmek için iyiydi; her gün kız peşinde koşmaktan daha da iyiydi. Kelebek yakalamakla iş bitmiyor; kelebekleri tasnif ediyor, tasnifi daha nitelikli yapabilmek için cılız Ankara kültürü ortamında Milli Kütüphane ve özellikle İngiliz Kültür Heyeti kitaplığına her gün gidiyor, araştırma yapıyordum. Daha sonra dağıtılan bu kitaplığın açık yeşil ciltli Butterflies ve koyu yeşil ciltli Moths başlıklı aynı boy iki kitabının ödünç alma sayfalarına bakılsa, bu kitapları kimin eskittiği şıp diye anlaşılır. Tasnifi daha da derinden ayrıntılandırmak, kendiliğinden insanın başına ve bakışına çarpan birşeydi. Hergün bahçedeyseniz, örneğin Pieris rapae/Lahana Kelebeği’nin günün hangi saatinde uçmaya başladığını, suyla olan ilişkisini, genelde hangi mevsimlerde piyasada olduğunu, yaşlanmaya başladığı Haziran aylarında kanatlarının pul dökülmesinden artık şeffaf asetat görüntüsü aldığını, çiftleşmeyi ne zaman yaptığını, hatta nereye yumurtladığını da öğrenirsiniz. Öğrendim. Bu bilgiler beni başkalarından ayrıcalıklı kıldı; ama aynı zamanda beni yeni mekan ve çalışmalara da çağırdı: Gittim. Önce 800m2lik ev bahçesinden yan bahçelere atladım, kelebek peşinde koşturarak; sonra otobüs ve dolmuşla başka semtlere ve bahçelere, korulara taşındım. Durum giderek vahimleşti: Kelebek yumurtaları toplamaya, çıkan tırtılları, onlara da larva (zaten hafifinden Latince de öğrenmeye başlamıştım) deniyordu, beslemeye; onları uygun koşullarda yetiştirip çıkan kelebekleri tasnif etmeye başladım. Sonra deneyler geldi: Kırmızı mürekkeple ayçiçeği bitkisi kırmızı damarlanıyordu ya, ultraviyole ışığına maruz kalan pupadaki tırtıl, nasıl bir kelebeğe dönüşürdü acaba? Binbir türlü allerji hastalığıyla da tanıştım: Tırtıllar ve pupalar ve dahi kelebekler, insan başta olmak üzere diğer canlılara karşı kendilerini koruma mekanizmalarıyla teçhiz edilmişlerdi: Bunu da öğrendim. Böylece gün gün, ay ay gelişen, birbirini tetikleyen bu iki derin ilgim; üniversiteye başladığım gün, birdenbire eriyiverdi.

 

Üniversite günlerim yaklaşırken, annem ve babam, benim kelebeklere olan tutkum, aile üyelerine iğne yapabilme cesaretim, bahçeden geçen köstebek, kirpi, güvercin, kumru gibi canlılara olan derin ilgimi birbiriyle birleştirip tıp doktoru olmamda karar kıldılar. Bense, bahçedeyken aynı zamanda küçük çamurdan evler yapıyordum ve en azından lise çağlarında mimar olmayı kafama koymuştum. Avusturalya’daki mektup arkadaşım Jane ve okuldaki sıra arkadaşım Togo, durumdan haberdardı. Ama bizimkiler, son bir baskı için bir gezi düzenlediler: Evdeki kutulu bütün kelebeklerimi, büyükçe bir bavula koyup, babamla Ankara Fen Fakültesi’nin yolunu tuttuk; Zooloji kürsüsünde Ahmet isimli bir öğretim üyesini ziyaret ettik. Bölüme girer girmez içim hayranlıkla doldu: Duvarlar, neredeyse tavana kadar çekmeceydi, açık vitrinler de vardı; ve neredeyse her yer her köşe kelebek doluydu. Benim bedenimde ve çocuk zihnimde bir metodoloji olarak gelişen toplama ilgisi ve merakı, bilimsel bir çerçevede yürütülüyor; en steril ve denetimli ortamlarda koruma ve bozulmayı önleme kimyasalları kullanılıyor; yalnızca familya-tür-çeşit-cins tasnifi yapılmakla kalınmıyor, aynı kelebeğin Türkiye’nin her bir köşesindeki durumu yıllık bazda izlenip kayda geçiyor ve sınıflamada yerini alıyordu. Babamın ricası üzerine benim koleksiyon bavulu açıldı, değerli öğretim üyesi önemli bir kısmını inceledi ve yalnız başıma çok iyi ve sabırlı bir iş çıkarmış olduğumu, sınıflama hatası bile olmadığını, çok iyi bir gözlemci vs olduğumu söyledi. Bitmişti işte, ikna olmuştum, koleksiyonum çok iyiydi; ama bu deneyim, kararımı pekiştirdi, zoolog ya da doktor olmayacaktım, onlar hobimdi. Esas amacım mimar olmaktı.

 

Üniversitede, müjdeler olsun, elim abimin kütüphanesindeki sol kitaplara ulaşmaya başladı. Resim yapmayı bırakmıştım. Peki şimdilik, diyelim. Ama mimarlık eğitimi ile birlikte sol ve sağ siyaset okumaları, kısa zaman içinde iflahımı kesecekti. Marks Engels, evet bir süre sonra Türk toplumu gözünde umacı gösterilecek olan bu iki büyük kimliğin bütün yapıtlarını, evet Türkçelerinden, evet eksikli de olsa Türkçelerinden okumaya başladım. Bir kaç yaş sonra 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin, evet Devriminin, yarattığı özgürlük ortamına borçlu olduğumuzu öğreneceğim bu yayınların da paralel biçimde ilerlediğini gördüğüm ve paylaştığım Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara Meydan Sahnesi, Birlik Tiyatrosu, benzeri sahne ve gösteri sanatçılarının etkinlikleri, önemli uğrak yerlerimizden olmuştu kuşkusuz. Bu kişisel açılımda, abimin çok belirleyici olduğunu yadsıyamam: Onun sayesinde eve giren Türk Solu, Devrim, Aydınlık gibi gazete ve dergiler, buna paralel sanat ve edebiyat dergileri, Kızılay’da Büyük Sinema’nın ön fuayesinde Erdal Öz’ün açtığı Sergi kitabevinden alınıyordu çoğunlukla. Erdal Öz ve Muzaffer Erdost, bu kültür ve entelekt ortamını özgürce beslediler sonuna kadar. Ahmet Küflü’nün Bilgi Yayınevi de unutulmamalı bu furyada. Ankara, Türkiye’nin canlı sanat ve kültürünü hala belirlemekteydi. Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni yazacağı yıllar yaklaşmaktaydı; ama Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nu da kısa süre sonra kaleme alacağı günler gelecekti. Bugün 12 Mart 1971’in oligarşik bir ‘sağ sistem X 27 Mayıs’ hesaplaşması olduğunu, “üç bizden, üç onlardan” dengesinin itinayla korunduğunu, ancak 27 Mayıs özgürlükçü ortamının 12 Eylül 1980 askeri darbesine, hatta faşist darbesine kadar, parçalı da olsa sürdüğünü daha net görebilmekteyiz. Bu özgürlükler ortamı, örgütlenmeyi yasaklamıyor, fraksiyonları adeta teşvik ediyor, her yaş-kesim-meslek-çıkar-ilgi grubunun örgütlenerek kendisini ifadesine izin veriyordu. İflahımı kesen siyaset ve sol okumaları, bir ara öğrenci harçlığımı kitap almaya ayırıp öğle yemeklerini yemediğimden, böbreklerimin tekrar iflas etmesiyle sonuçlandı. Ama okuma tutkusu, tıpkı koleksiyonculuktaki aşamalara ermişti: Diyelim ki, Marks, Engels, Lenin okuyorsam eğer, onlar kitapları yazarken gerçekleşen tarihsel gelişmeleri anlatan tarih kitaplarına dadanıyor; onların dönemini anlatan tiyatro ve sinema örneklerini bulup izlemeye çalışıyor; en çok da yine aynı dönem öncesi ve sonrasının edebiyat eserlerine dalıyordum. Daha sonra Enis Batur’un ‘çoğul okuma’ diyeceği bu eşzamanlı ya da paralel okumaların, beni nereye çektiğinin farkındaydım, ama hazırdım buna.

 

Şöyle bir teknik geliştirmiştim: Belli bir insani ilişkiler yumağı içinde Rusya’daki ilişkileri mi merak ettim, Gorki’yi odağa alıyor, elime geçen bütün Gorki roman ve öykülerini okuyor; sonra kronoljik bir sıra içinde zaman zaman bazılarını tekrar açıp onlara dönüyor, adeta sağlama yapıyor, ama farkında olmadan yaptığı edebiyat ile Gorki’yi anlayıp kavramış oluyordum. Kuşkusuz bu alışkanlık hop diye gelmedi. Şimdiye kadar aktardıklarımın yanısıra, İngilizce dil eğitimim sırasında Steinbeck, Hemingway, Jack London özgün baskı serilerini tüketmemde, yine Kızılay’ın göbeğindeki Tarhan Kitabevi ile İngiliz Kültür Heyeti yönlendirici olmuştu. İstanbul’da Sander (orayı da yokladım) hala cılızdı. Ama bunlar içinde Steinbeck hayranlığım uzun sürdü; öykü ve romanın konudan ibaret olmadığını, dilin önemini ve üslupçuluğun varlığını, yazarın edebi ve siyasi kimliğinin oluşumunu, yazarın kendi tarihini ve gelişmesini, ondan öğrendim. Ama kimlerden daha neler öğrenmedim ki: Steinbeck bir insan sıcaklığı, Sait Faik, bir duruş ve dokunuş getirdi bana. Heinrich Böll’den insan onurunu ve vicdan hesaplaşmasını, Gorki’den ayrıntıları ve ayrıntıları, Jack London’dan cesareti ve sürekli gençliği, Knut Hamsun’dan bir duru bakışı, Jorge Amado’dan acının ve ölümün dayanılmaz sıradanlığını, İlya Ehrenburg’dan çok boyutlu kaleideskop gibi yazmayı, Ostrovski’den Ekim Devrimi’nin kendisini, Albert Camus ve Franz Kafka’dan düşünceyi ve etiği, Turgenyev’den kültürün gelişmesini, Çehov’dan yazı ve mizansenle yaratılan inanılmaz gerilimleri, derken Sabahattin Ali’den kendimize bakmayı… vb. Bu öğrendiklerimi uygulamaya koyduğum sanılmasın, ne haddime. Sadece öğrendim. Okudum ve öğrendim. Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini sekiz saatte bitirdiğimde gözlerim kızarmıştı. Yaşar Kemal külliyatını oluşturma ve onu izleme, Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Rifat Ilgaz, Talip Apaydın, Bekr Yıldız, Kemal Bilbaşar’la sürdü; ama bunu ‘köy edebiyatı’ küçümseyici yaftasına sığınmadan gerçekleştirebildim. Yavaş ve ağır, ancak kararlı adımlarla kapıdan içeriye Heidegger, Hegel, Merlau Ponty, Althusser, Foucault, Marcuse, ve diğerleri de girdi; böylece dünyanın aktörleri, akılda zor kalacak biçimde kalabalıklaşıyordu.

 

İki itirafta bulunmanın tam sırası. İlk şiirimi, İngilizce okumaların yoğunluğu nedeniyle olacak, 1971’de İngilizce yazmıştım. İlk Türkçe şiirimi, yine başka bir yoğunluk zamanı, ilk aşık olduğum zaman yazdım. 1973. Alışkınlıklarım geri dönmüştü: Her gün bir şiir yazmasam, olmuyordu. Dört yıl boyunca yazdığım şiirleri, yalnızca abimle paylaştım. Eve giren edebiyat ve sanat dergilerindeki şiirleri okuyor, şimdi de kendi yazdıklarımı onlarla karşılaştırıyor; ama şimdi de kendimde boşluğunu hissettiğim şiir alanını, bu kez Türk ve dünya şairlerini okuyarak, adeta yutarak, kapatmaya çalışıyordum: Nazım Hikmet özgürlükçü ortamın uzantısında, dilinde yeniden özgürlüğüne kavuşmuştu. Bir süre kaçak kopyalar ve Bulgaristan baskıları elden ele dolaştı. Nazım’ı anlamak aynı zamanda Türk toplumunu anlamak gibiydi. Hala da öyle değil midir? 1938 Donanma Davası’nı icat eden Türk hukuku, Hasan Ali Yücel’in itibarsızlaştırılmasını Kenan Öner davasıyla elde etmişti. Şimdi bu derin hukuksuzluk, ön deneyimlerinin verdiği güçle Silivri davalarıyla yeni ufuksuzluklara yelken açmakta. Ama Nazım’ın Türkçeye yeniden kazandırılması, o denli çok boyutlu bir proje olmuştu ki, edebiyat eserinin sesini, bu sesin şairin ya da yazarın kendi sesinden dile getirilmesini de gündeme sokan, Nazım’ın 1930’lu yıllarda doldurduğu şiir plaklarının yeniden piyasaya çıkması oldu. Bugün pek çoğumuzun sıradan bulup dinlemeyeceğimiz bu plakların, ya da kayıtların, ilk yayınlandıkları dönemin tarihsel koşulları anlaşılarak üst üste dinlenmesinin, Nazım’ın adeta tek kişilik ordu gibi, bir sanatsal dönüşüm yaratmakta olduğunu anlamak açısından önemli olduğunu düşünmekteyim. Nazımın haksız tutukluğunun arkasında sanatın yarattığı bu “devrim korkusu” vardı. Şiir ve sanat, bir devrim yaratabiliyordu, ya da varolan bir devrimi yayıp geliştirebiliyordu. Bazılarının o günlerde, ve bugün de yaygın biçimde, şiddetle karşı çıktığı, ‘politik sanat’ ya da ‘slogancı şiir’, ‘misyoner sanat’ ya da ‘faydacı edebiyat’ yaftalarıyla küçümsemeye çalıştıkları yaklaşım, aslında yazılan şiir ya da edebiyat eserinin ne’liğine ilişkin bir kaygıdan kaynaklanmıyor; doğrudan sanatın, edebiyatın ve şiirin bu ‘dünyayı değiştirebilme gücü’nü etkisizleştirmeyi hedefliyordu. Nazım şiiri bu gücünü sokakta da denedi. Bugün 12 Eylül faşist darbesinin, bu şiiri içselleştiren bireylerin beyinlerini, vicdanlarını ve bedenlerini niçin ezmeye çalıştığı, bireyleri niçin onu unutmaya zorladığı daha kolay anlaşılır.

 

Sonra bir gün benim yazdığım ve abimle paylaştığım şiir, dergilerde okuduğum şiir kadar iyi, diye düşündüm ve kendime güven geldi. Yazdiğım şiirlerden bir dosya hazırladım ve Selanik Sokak’taki Türkiye Yazıları dergisinin yazıhanesine uğradım. Zamanın en iyi dergisi olarak yönetim yeri Ankara’daydı; diğer iyi dergilerden Türk Dili de Ankara’daydı, TDK’nın yayın organıydı ve Ali Püsküllüoğlu Yayın Sekreteri olmakla birlikte Cahit Külebi’nin yayında hissedilir bir ağırlığı vardı. Sonradan Ahmet Say, Vecihi Timuroğlu ve Ragıp Gelencik olduklarını öğrendiğim, Yazı Kurulu üyelerine teslim ettim. Aynı anda başka bir şiirimi de Türk Dili dergisine gönderdim. Türkiye Yazıları dergisine bir hafta sonra uğradığımda, beni ‘nümayiş’le karşıladılar. Ahmet Say yüzüme karşı o kadar övgü yağdırıyordu ki, utandım. Her ay bir şiirimi yayımlamaya karar vermişlerdi. Türkiye Yazıları Haziran 1977’de ilk şiirimi yayımladı, Türk Dili dergisi, Ekim 1977’de. Kısa bir süre sonra Türkiye Yazıları dergisi Yazı Kurulu’na üye olarak davet edildim: Her gün dergiye uğruyor, gelen onlarca şiiri değerlendiriyor; ama bir yandan da yaptığım işin ağırlığı altında eziliyordum. Genç bir mimar olarak yaptığım şiir eleştirisinin muhataplarının kimler olduğunu bırakayım başkaları anlatsınlar.  Bu konuşmanın amacı zaten bu yan ürünler değil de, örneğin dergi yayımlamaktan öğrenilen şu saptama: Şiir yazmanın ve yazılı şiiri paylaşmanın mekaniği, bu mekaniğin parçası olmak ve ona emek vermek, yazılan şiirin niteliği üzerinde de belirliyici etkenlerden birine dönüyor. Şiir kitabı ve genelde kitap yayımlarken öğrendiğim bir başka değer de şu olmuştu: Hurufatlı dönemin yayıncılığının en iyi okurları, övülesi iş çıkaran dizgicilerdir. Dizgiciler o kadar iyi okurlardır ki, yazdığınız metni düzeltebilirler; yazarla dilbilgisi ve anlam tartışmasına girebilirler; yazar ve bazen de kendileri farkına varmadan dizdikleri taslak metni düzeltebilirler! Daha önceleri öğrenci derneklerindeki görevler, yerlerini edebiyat derneklerindeki yönetim görevlerine, dergilerdeki yayıncılık deneylerine ve yazı kurulu üyeliklerine bıraktı. Şiir alanındaki seri okumalarım, bu kez okuduğum şiirlerin arkasındaki aktörleri tanımaya; onlarla belli zamanları, belli kritik dönüşümleri paylaşmaya; hayatlarının belli parçalarına edebiyat üzerinden ortak olmaya evrildi.

 

Cemal Süreya, Şükran Kurdakul, Emil Galip Sandalcı, Ahmat Say, Mustafa Şerif Onaran, Vecihi Timuroğlu, Muzaffer Buyrukçu, Ragıp Gelencik, Semih Gümüş, Akif Kurtuluş, Şükrü Erbaş, Arif Damar, İlhan Berk (ille de İlhan Berk), Enis Batur, Özdemir İnce, Hüseyin Atabaş, ama aynı zamanda Bilge Karasu, Ece Ayhan, Veysel Öngören, Erhan Bener, Vüs’at O. Bener, Attila İlhan, daha niceleri, daha niceleri… Ama 1984 yılında Erhan Göksel’le tanıştığımda başıma gelecekleri bilmiyordum. Yaklaşık bir yıl içinde, Erhan’ın kurduğu üç yayınevinin logosu ile, yayınladıkları 54 kitabın kapaklarını tasarlayıp yapacaktım; resim dürtüsü geri dönüyordu. Bu dürtü, kendi kitaplarımı tasarlarken de peşimi bırakmadı; kimilerine şiir hakkında çizdiğim desenleri koydum; kiminin desenlerini çizip üzerine şiirleri yazdım; kimisinde Constantine’in fotoğraflarına yaptığım gibi, fotoğrafın tetiklediği şiirleri yazmaya çalıştım.

 

Bütün bunlar herhangi bir insana ne sağlar: Her şairin, her sanatçının, her mimarın bir poetikası vardır. Orada o kişi tarafından, yalnızca neyin şiir, neyin resim, neyin iyi mimarlık ürünü olduğu kabulü yoktur. Orada, iyi bir şair, iyi bir ressam, iyi bir mimarın ne yapması-ne yapmamasına ilişkin kabuller, yani etika da bulunur. Her sanatçının poetikası, ona neyi nasıl yaratacağını, nerede ne yaparak duracağını-yürüyeceğini söyler. Yeni Dünya Kültürü konusunda, pek fazla bir bilgim yok, ama onun en azından sizlerle kendi yaptıklarım ve yaşadıklarım üzerinden örneklemeye çalıştığım Eski Dünya Kültürü’nden epeyice farklı olduğunu sezdirmek istedim sizlere. 1970’lerin ikinci yarısında Ünsal Oskay popüler kültürün gücüne dikkat çekmeye çalışırken, 12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye’de olup bitecekleri hızla öngörür gibiydi. 1984 yılında cuntanın en azgın zamanında Marmara Adası’nda yaptığımız gizli toplantıların en önemli, hatta tek dişe dokunur meselesi, gelişen kapitalist pazarın gücünün nasıl etkisizleştirileceği, edebiyat ürününün metalaşmaktan nasıl kurtarılabileceği, edebiyat ve şiirin sözünü, reel dünya önünde nasıl koruyabileceği, gibi canalıcı ve birbirine eklemlenmiş sorularla çetrefilleşen bir konuydu. O zamanlar modern olduğumuzun daha farkında değildik ve çevremiz hızla modern olandan uzaklaştıkça, ne denli modern olduğumuzu anladık. Süreç hala devam etmekte.

 

Evet, tahmin ettiğiniz gibi 1978 kuşağından ve sanatla uğraşan birisi olarak, yazarın profesyonelleşmesinin yazının sözünün satın alınması noktasına gelebileceğini, bu durumun ideolojinin sonu ya da sözün ölümü değil, olsa olsa bir yazma biçimi ile onun aktörünün tedavülden kalkışı anlamına geldiğini düşünmekteyim. Kuşkusuz çağ değişiyor, dünya teknolojik ve kültürel olarak evriliyor. Bireye önem veren, her bir bireyin sesini özleyip kitlelere tanıtılmasını önemseyen modernizmin yerine, kitle kültürüyle yetinen ve onun parçası olmakla onur duyan kişiler ve gruplar, hatta kitleler geldiyse eğer, bunun suçunun modernizmde ve Eski Dünya Kültürü’nde olduğunu sanmıyorum.

 

1978 kuşağından birisi olarak, kendime şair demeyi, daha yeni yeni öğrendim. Ne diyordu üstad Cemal Süreya: İnsan ne zaman şair olur? Şairler loncasına kabul edildiği zaman! Çok zaman oldu loncaya kabul edileli, ama hep Attila İlhan’ın sözleri kulağımda çınladı: Birşey olmak yerine birşey yapmak, daha iyidir! Yıllar önce, mimarlık eğitiminde hazırladığım ders içi programların ve projelerin altına kendi adımı yazmayı, yani aleni olanı vesikalı hale getirmeyi, bir Amerikan Yahudisinin zoruyla öğrenmiştim: Tarihsel olarak 1978 kuşağını inceleyecek olanlar bunu iyice çalışmalılar! Çünkü yazdığı şiir kitabını anonim olarak çıkaracak, hazırladığı etkinlik sırasında sahne gerisinde durup kimseye görünmeden gururla etkinliği izleyecek kadar alçakgönüllü ve özverili bir kuşağın üyesi olarak bunları dile getirmekteyim. Çünkü sizinle bu konuşmada ilk kez paylaştığım bu bireysel gelişim çizgisinin bir toplumsal nitelik kazandığını bilmem bile, beni şimdiye kadar bu itirafta bulunmaya zorlayamamıştı. Şimdiye kadar! Şimdi bu itiraflarla Yeni Dünya Kültürü’nün, yani bizler gibi olmayana dair oluşma biçiminin daha iyi algılanabileceğini düşünüyorum.

Saygılarımla, 28 Ekim 2011

Başkent Üniversitesi, Birinci Sanat Festivali’nde yapılan konuşma.