çağa yerleşmek 1: mübadele konut ve yerleşimleri

mubadele konut ve yerlesimleri_

(2004) Çağa Yerleşmek 1: MÜBADELE KONUT VE YERLEŞİMLERİ: Savaş yıkımının, İç Göçün ve Mübadelenin Doğurduğu Konut Sorunu İçin “İktisadi Hâne” Programı, “Numûne Köyler” ve “Emval-i Metruke”nin Değerlendirilmesi için Adımlar, ODTÜ Mimarlık Fakültesi ve Arkadaş Yayınevi, Ekim 2004, Ankara. (ISBN-975-429-225-6; 276 sayfa)

TTK 2006 Türk Tarih Kurumu Kitap Ödülü, BOOK AWARD, Tek Mansiyon, Türk Tarih Kurumu’nun 75.  Kuruluş Yıldönümü’nde verdiği tek ödül; 1 Ağustos 2006.

ankara’nın ilk planı

AC_lorcher

(2004) Ankara’nın İlk Planı 1924-25 Lörcher Planı: Kentsel Mekan Özellikleri, 1932 Jansen Planı’na ve Bugüne Katkıları, Etki ve Kalıntıları, Ankara Enstitüsü Vakfı ve Arkadaş Yayınevi, Mayıs 2004, Ankara. (ISBN-975-95848-4-0; 256 sayfa)

Sedat Simavi 2004 Sosyal Bilimler Ödülü, 11 Aralık 2004; Türkiye Gazeteciler Sendikası, Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampüsü, İstanbul. GEREKÇE:

“Seciçi Kurul, ‘Ankara’nın İlk Planı: 1924-25 Lörcher Planı’ adlı eserin, Cumhuriyetin erken döneminde en zor ekonomik ve kültürel koşullar altında bile planlı şehirleşmeye ne kadarönem verildiğini göstermesi, Lörcher Planı’nın ilgili çevrelerce bilinmesine karşın genel olarak doktrinde yeterince işlenmemiş olmasından doğan boşluğu doldurması, konuya ilişkin belgelerin eserde ayrıntıyla işlenmiş olması, bu yönüyle Cumhuriyetin erken dönemine ilişkin olarak tarihi gerçeklerin ortaya konulmasına katkı getirmesi özelliklerini gözönünde bulundurarak Doç. Dr. Ali Cengizkan’ı ödüle değer gördü.”

 

modernin saati

AC_moderninsaati

• (2002) Modernin Saati: 20. Yüzyılda Modernleşme ve Demokratikleşme Pratiğinde Mimarlar, Kamusal Mekan ve Konut Mimarlığı, Önsöz: Uğur Tanyeli, Mimarlar Derneği 1927 ve Boyut Yayıncılık; Eylül 2002, İstanbul. (ISBN 975-96041-7-5; 263 sayfa)

[Tanıtım: Sibel Bozdoğan (2004) “Modernin Saati” / The Hour of the Modern, Journal of Society of Architectural Historians, v: 63, n: 1, Mart 2004; 116-9. Türkçesi,   “Modernin Saati”, çeviri: Tuğçe Selin Tağmat, Mimarlık, Kasım-Aralık 2004,n: 320; 65-7.

 

Ali Cengizkan

Modernin Saati. 20. Yüzyılda Modernleşme ve Demokratikleşme Pratiğinde Mimarlar, Kamusal Mekan ve Konut Mimarlığı, Ankara: Mimarlar Derneği ve Boyut Yayın Grubu, 2002, 263 sayfa

 

Mimarlık tarihçisi Ali Cengizkan’ın üstün çalışmasının ürünü olan Modernin Saati, en şüpheci okuyucuları bile mimarlıkta geniş, uluslararası bir bakış açısının denemeye değer olduğuna ikna edecektir. Kitabın sadece Türkçe basımının bulunması erişilebilirliğini kısıtlıyor olsa bile, sergilediği tarihsel ve metodolojik mücadele daha geniş bir kitlenin ilgisini hak ediyor. Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki “diğer modernite” tarihleri üzerinde akademik ilginin hızla yoğunlaştığı bir dönemde, 20. yüzyıl Türkiye modernitesinin kentsel ve mimari alanları, aktörleri ve mücadeleleri üzerine yazılmış bu düşünceli ve özgün makaleler, yerel konulara ilişkin ilginç ve hakim bir bakış açısı ortaya koyuyor. Bir yandan tarihsel ayrıntılara yeni bir düzey getirirken, diğer yandan yeni bilginin zenginliğini de sunuyor –böylesi bir bakış açısını batılı akademik çevrelerde yapılan genel veya özetleyici çalışmalarda her zaman göremiyoruz. Özenli bir temel araştırma ile (ki bu yetersiz kalan Türk arşivlerinde çok büyük çabalar gerektirir) modernite, kamusal alan ve toplumsal bellek üzerine üretilmiş güncel İngilizce kuramsal yazınına dair bir kavrayışı biraraya getiren makaleler, temel olarak, yazarın deyişiyle “Türk modernleşmesinin aynası” olan Ankara’nın kentsel tarihi üzerine yoğunlaşıyor.[1]

On sekiz makalenin (çoğu Türk mimarlık dergilerinden yeniden basım) izlediği temel fikir, “modernite”nin –farklı toplumların farklı zamanlarda ve yerlerde deneyimlediği- derin bir tarihsel ve felsefi sorun olarak ele alınışıdır. Modernite, sürekli bir değişim içinde olan geniş kapsamlı bir tarihsel etkidir ve bu etki tüm kültürlerin sosyal, kentsel ve mimari dokusunu, ne modernleştirme ve sömürgecilik peşinde olanlar ne de sosyal planlamacılar tarafından öngörülemeyen bir şekilde dönüştürmüştür. Modernite (deneyim), modernleşme (sosyoekonomik süreç) ve modernizm (artistik ve kültürel ifadeler) arasındaki çok önemli olan fakat çoğunlukla başarısızca kurulan ayrımı bir çıkış noktası olarak alan yazar, Türkiye’de modernin bu boyutları arasında görülen zaman farklarına işaret ediyor. Yazar, “modernin saati” ile “modernleşme” ve “modernizm”in saatleri arasında bir eşzamanlılık bulunmadığını ifade ediyor ve bunu ayrı zamanlarda çalan saatlere benzetiyor. Yazar, “saat” kelimesini kitabın başlığı, kapak tasarımı ve ana temasında, kelimenin her iki anlamına da gönderme yapan bir metafor olarak kullanıyor –zamanı gösteren bir araç olarak saat ve zaman birimi olarak saat.

Marshall Berman’ın artık bir klasik haline gelen, modernitenin aynı zamanda hem serbestleştirici hem de yabancılaştırıcı bir doğaya sahip olduğu söyleminden ve Hilde Heynen’in aynı fikri geliştirerek modernitenin “programatik” ve “geçici” kavramları arasında yaptığı ayrımdan[ii] hareketle Cengizkan, Türkiye modernitesi üzerine yapılan tartışmaların oldukça baskın bir şekilde programatik kavram içinde sınırlı kaldığını (Kemalist program veya modernite projesi) ve bu nedenle geçici doğası üzerine bir tür toplumsal bellek kaybı yaşandığını savunuyor –yani Türkiye’de 1950’lerde yaşandığı üzere, radikal ve yıkıcı bir programla gelen modernite kaçınılmaz olarak kendi kendini de tüketiyor. Makaleler bir bütün olarak, yeni olanın yıkıcılığının hüküm sürdüğü böylesi bir toplumda, yok olan modernite katmanlarının izini sürmek ve böylece toplumsal belleği sürdürmek için itici bir kuvvet oluşturuyor.

İlk makale, 1880’lerden 1930’lara kadar çeşitli Türk şehirlerinde saat kulelerinin artarak ortaya çıkışından hareketle, bu kulelerin laik ve demokratik kamusal alan üretimindeki rolünü ele alıyor. Doğrudan referans vermese de Benedict Anderson’un modern ulusalcılık üzerine klasik tartışmasına göndermeler yapan Cengizkan, saat kulelerinin 19. yüzyıl Avrupa’sındaki gazetelerin gördüğü işleve benzer şekilde, saat kulelerinin paylaşılan bir zaman ve sosyal düzen düşüncesi yarattığından bahsediyor. Bu konuda özellikle makalenin sonundaki küçük katalogun aydınlatıcı olduğu söylenebilir. Cengizkan’ın çalışmasında saat kuleleri, ithal edilmiş bir Batılılaşma modasından daha çok, Osmanlı/Türk modernleşmesinin parçası olan bir iletişim teknolojisi olarak kendini gösteriyor (bu açıdan 1930’lardaki radyo veya 1970’lerdeki televizyonla karşılaştırılabilir).

Daha sonraki beş makale, 1930’larda Ankara’nın modern bir başkente dönüşümüne katkıda bulunan Avrupalı mimarlar ve plancılar üzerine yoğunlaşıyor. Bruno Taut için küçük bir anma yazısı niteliğindeki ilk yazı, Taut’un Alman-Türk Dostluk Evi yarışması için İstanbul’a yapacağı ziyaret için ismi bilinmeyen bir Türk yetkiliye yazdığı bir mektubun yakın okumasından oluşuyor (Türk Tarih Kurumu’nu arşivlerinde bulunan mektubun tam metni de kitapta bulunuyor). Bu belge, Taut’un İstanbul’un kentsel ve mimari özelliklerine karşı iyi bilinen hassasiyetine daha fazla ışık tutuyor ve Cengizkan’ın gözlemlediği üzere, birkaç yıl sonra Berlin’de yayımlanmış olan Dışavurumcu fikirlerinin (Stadtkrone ve ex oriente lux gibi) tohumlarını içeriyor. Ankara’nın Alman plancı Christopher Lörcher tarafından hazırlanan 1924-25 planı üzerine olan ikinci makale, çoğunlukla belleklerden silinmiş olan bu kentsel planın önemini ve süreklilik gösteren izlerini anlamaya çalışan uzun soluklu ve özenli bir şekilde belgelenmiş bir tarih çalışması niteliğinde. Cengizkan, Ankara Kalesi ve (Lörcher’in Strasse der Nation olarak adlandırdığı) yeni Meclis arasındaki ana aks üzerine ayrıntılı analizinde, Hermann Jansen tarafından hazırlanan 1932 tarihli planın modern Ankara’nın inşasında kullanılan ilk yönlendirici plan olduğu varsayımına karşı duruyor. 1920’lerde Osmanlı canlandırmacılığı üzerine kurulu Ulusal Üslup’un ele alındığı üçüncü makalede bu üslubun canlanışı ve yok oluşunun biçim ve üslup üzerinden açıklanışına karşı bir eleştiri getiriliyor ve böyle bir yaklaşımın yerine süreç içinde rol alan aktörlerin, söylemlerin, kurumların ve tarihi olayların dikkatli bir incelemesi sunuluyor. Dördüncü makalede Cengizkan, 1920’lerin sonlarıyla 1930’ların başlarında Ankara’da Sağlık Bakanlığı için çalışan Avusturyalı mimar Robert Oerley’in günışığına çıkarılmamış öyküsünü sunuyor. Kızıl Viyana ile ilginç tarihi bağlantılara işaret eden yazar, Oerley’in yapılarını Türkiye’nin cumhuriyet sürecinde tercihini Avusturyalılardan yana koyduğu bir siyasi bağlamda tartışıyor –bu tercih, dağılmış olan iki imparatorluk, yani Osmanlı ve Hapsburg ortak deneyiminden kaynaklanıyor. Yeni bilginin zenginliğini de kullanan Cengizkan, laboratuarların, hastanelerin, sağlık ve hijyenle ilgili diğer yapı programlarının, içerdikleri ferah, iyi ışıklandırılmış ve iyi donatılmış mekanlarla yeni rejim için bir modernite vitrini olarak görev yaptıklarını ve cumhuriyet devriminin ardından “yeninin radikal bir biçimde tekrar kuruluşu”nu veya Türkiye tarihindeki “kırılma”yı temsil ettiklerini söylüyor (91). Bu grup içindeki son makale, yine bir Avusturyalı mimar olan Clemens Holzmeister’in[iii] yaptığı Ankara Hükümet Konağı ve Meclis binalarının (1938 tarihli tasarım yarışmasından 1961 yılında açılışına kadar) uzun ve yorucu tarihinin izini sürüyor. Yine özenli bir arşiv çalışmasının yansıması olarak tartışma, çeşitli aktörlerin kişisel özellikleri ve mücadelelerini, önceliklerdeki değişimler, inşaat giderleri ve dış siyasi olaylara bağlı olarak süreçte görülen kesintileri aydınlatıyor.

Cengizkan, en özgün katkılarından birini, o zamanlar mühendislik okulunda (şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi) eğitim vermekte olan Fransız Georges Debés tarafından 1931-34’te İstanbul’da inşa edilen bir modern okul yapısının karanlıkta kalmış tarihi üzerine yaptığı etkileyici araştırmayı sunduğu “İstanbul Fındıklı İlkokulu 13” bölümünde yapıyor. Cengizkan başlangıçta yapıyı (1930’da İstanbul’da bir içki fabrikası tasarladığı bilinen) Rob Mallet-Stevens’a mal etme içgüdüsünü bir kenara koyarak, bölümün kalan kısmıyla bağıntılı olmayan ilk kısmı bu mimarın çalışmaları, fikirleri ve iki dünya savaşı arasındaki modernizme katkılarını özetlemeye ayırıyor. Belleklerden silinmiş olan (fakat hala varlığını sürdüren) bu yapının hacimsel kompozisyonu, yapı sistemi detayları ve vaziyet planının ayrıntılı analizi sonucunda ise yapı, modern hareket ilkeleri –özellikle “kutunun parçalanması” (Mallet-Stevens) ve “beş ilke” (Le Corbusier)- üzerine temsili bir örnek haline geliyor ve aynı zamanda, içinde bulunduğu çevre ve Boğaziçi manzarasıyla, modernizmin yerel bağlama cevap verme kapasitesini de gösteriyor.

1950 sonrası Ankara’sı üzerinde duran bir dizi makale ve röportaj, Türk mimarlık kültürünün 1950 sonrasındaki uluslararasılaşma sürecine tanıklık eden düşük yoğunluklu kooperatif konut deneyiminden (Kavacık Subay Evleri) Ankara’da bulunan özel bir apartman bloğuna (Cinnah 19), şehrin kentsel tarihinin az bilinen diğer bölümlerine ışık tutuyor. 1958-60 yıllarında (aralarında yapının mimarı Nejat Ersin’in de bulunduğu) bir grup kentli ve profesyonel aileler için kooperatif konutu olarak yapılan Cinnah 19, pilotis üzerinde yükselen geniş bir dikdörtgen döşeme plağından oluşur. Döşeme plağı, on iki dubleks apartman dairesi oluşturacak şekilde ızgara düzeninde bölünmüştür ve çatıda bir yüzme havuzu ile apartman sakinlerine açık alanlar içerir. Cinnah 19’u konu alan makalenin ardından mimarla yapılan röportajda, Le Corbusier’nin Marsilya’daki Unité d’Habitation bloğunun (1957-52), ayrıca Lucio Costa, Oscar Niemeyer ve Edward Durrell Stone’un etkisi doğrulanmaktadır. Cengizkan, yapıya baskın uluslararası eğilimlerin basit bir imitasyonu olarak bakmaktansa, onu, ikna edici bir biçimde, “içselleştirilmiş bir modernizm”in ürünü olarak ele alıyor (177) –iyi mimarlığın nasıl “ütopikten gerçeğe” hareket ettiğini gösteren, risk alan, bir yandan statükoyla uzlaşan, diğer yandan ona meydan okuyan ve yeni tartışmalar açan bir ürün olarak (179). Bunu izleyen, Ankara’nın 1957 master planı üzerine hazırlanmış ve plancı Nihat Yücel ile bir röportaj içeren bölüm, 20. yüzyılda şehir planlamasındaki bütün temel sorunlara, özellikle de politik gücün kentsel gelişimi spekülatif ve gelir amaçlı çıkarlar üzerinden yönlendirmesine değiniyor. Bu tartışma boyunca Cengizkan’ın hareket noktası olarak ele aldığı temel fikir, gerçekleştirilmemiş veya kısmi olarak uygulamaya konmuş olsa bile, başarılı planların kentin fiziksel yapısında ve kent üzerinde etkili olan başlıca aktörlerin planlama deneyiminde derin izler bıraktığıdır –bu aynı zamanda özenle korunması gereken bir tür kolektif bilgidir.

Çeşitli konuları ele alan diğer makaleler, ortak olarak, yeniyle karşılaşmanın radikal bir dönüşüm bağlamında gerçekleştirildiği Türkiye modernitesi deneyiminin aynı zamanda oldukça derin bir kayboluş ve yabancılaşma süreci getirdiği fikrini güçlendiriyor. Yazarın, Ankara bağevlerinin kaderine ilişkin daha önce yayımlanmamış bir makalesi, kapitalist düzen öncesi insan ve doğa arasındaki bağıntıya methiye niteliği taşıyor. Cengizkan, resimli bir mini katalog olarak belgelediği bu geleneksel konutları, mevsimsel yaşam düzenleri ve üretim-tüketim döngülerinin konutların mekansal düzenlemesine yansıdığı dönemlerin maddi bir kanıtı olarak sunuyor. Benzer şekilde, “Bir Yabancılaşma Nesnesi Olarak Banyo” Türk kültüründe banyoların tasarımı ve kullanımının gelişiminin izini sürüyor ve 1950’lerde tüketim nesneleri haline gelmelerinin ardından –standartlaşmış apartmanların standartlaşmış ıslak mekanları olarak- geleneksel işlevsel ve sosyal mantıklarını kaybettiklerini savunuyor. Cengizkan’ın eleştirel gözlemlerine çok az kişi karşı çıkacaktır, fakat onun özellikle, “avludaki çamaşır kaynatma kazanları” ve “banyo penceresi önünde çıplak egzersiz” (152) geleneklerinin kayboluşu konusundaki üzüntüsünü dile getirmesi ve yüksek tavanlı, balkonu olan, daha ferah ve doğal ışıklandırmalı banyolara ilişkin çağrısı, okuyucunun aklına, yabancılaşma üzerine yaptığı ayrıcalıklı vurgu ile modernitenin çelişik yapısı üzerine kurduğu dayanak noktası arasında bir çelişki olup olmadığı sorusunu getiriyor. Cengizkan’ın kitap boyunca üzerinde durduğu asıl amaç geleneğe dönmek değil, daha iyi ve kapsamlı bir modernite tanımı yapmak için değişimin izlerini korumak olsa bile, bu amaç, kapitalizm ve tüketim kültürünün modern Türkiye toplumuna nüfuz etmesine karşı şiirsel bir dille ifade edilen feryatların içinde kayboluyor. Aynı açıklama, Amerika Birleşik Devletleri Haber Alma Servisi’nin 1953 yılında Türkiye’de gösterdiği Modern Göçmenler (Modern Migrants) adlı propaganda filmini yorumlayan makale için de yapılabilir.[iv] Filmin yakından analizi, teknolojinin fetişleştirilmesi ve popülerleştirilmesinin eleştirisi ile göç ve doğa kontrolü gibi sorunlara karşı yerelden çok evrensel olarak geliştirilen çözümlerin yabancılaşmaya neden olan etkilerini sergiliyor. Daha ayrıntılı olan bir başka makale ise, 1950’li yıllarda, sanayileşmiş ve standartlaşmış yapı malzemelerinin ve cephe elemanlarının birtakım sabit apartman tipolojilerine uygulanması üzerine kurulu yeni bir mimari dekorasyon kavramına işaret ediyor. Frederick Gibberd’in 1952 tarihli “Modern Mimarlıkta Dışavurum”[v] makalesine referans vererek konuyu Türkiye’deki konut blokları üzerinden örnekleyen Cengizkan’a göre, konut bir kez belirli yaşam tarzları ve kişiliklerin bireysel dışavurumu olmaktan çıkarak standartlaşmış ürün haline geldiğinde, artık mimari buluş yalnızca cephe düzenlemeleri, boşluklu bölmeler ve balkon tasarımı gibi modern dekorasyon dilinde yapılacak küçük değişikliklerle sınırlı kalır.

İhmale, kayboluşa, yıkıma veya diğer bir deyişle mimari sanat eserlerinin, kentsel parçaların, yazınsal ürünlerin ve yeşil alanların umarsızca unutulmalarına değinen son iki makale, Türkiye’nin kolektif geçmişine dair duyarsızlık hakkında, politikacıları, bürokratları, akademisyenleri ve genel toplumu da kapsayan güçlü bir itham niteliğinde. Bu, aynı zamanda yazarın, değişim içindeki izlerin korunmasının kentlere tarihsellik, kendilerine özgülük ve çok yönlülük getirdiği ve bu değerlerin gelecek nesillere aktarılmasının ivedi bir görev olduğu yönündeki ana mesajının da altını çiziyor. Her bir makaleyi destekleyen sağlam bir akademik arka plana ve aynı zamanda yayımları bulunan bir şair olan yazar tarafından oldukça iyi yazılmış metne sahip olan kitabın kendisi de bu yönde çok önemli bir adım oluşturuyor. Kapsamlı görsel malzemesi ve ayrıntılı dipnotlarıyla Türkiye’de modern mimarlığa ilişkin –ve tabii ki başka yerlerdeki modernizmlere ilişkin çalışmalara da örnek oluşturarak- çok büyük bir katkı sağlıyor. Metodolojik olarak kitap, içerdiği özenli arşiv çalışması ve röportajların tarihsel bir belgeleme unsuru olarak kullanımıyla akademik çalışmalar için standartları yükseltiyor. Kuramsal açıdan, özellikle de tartışmalarda resmi, yukarıdan aşağıya yapılan anlatımların ötesine geçerek gündelik hayatın daha az görünen yüzünü daha az bilinen aktörler aracılığıyla – bir tür aşağıdan yukarıya bakışla- ele almasıyla, Türkiye modernitesi çalışmalarına yeni ve daha karmaşık bir nitelik getiriyor. Hepsinin ötesinde bu kitap, Türkiye örneği üzerinden, genel kapsamlı modernite çalışmalarındaki birbirine geçmiş iki duyguyu yakalıyor: “keşif sevinci” ve “derin bir kayboluş ve melankoli duygusu” (9). Uluslararası okuyucuların da yararlanabilmesi açısından Modernin Saati’nin en yakın zamanda İngilizce olarak basılmasını dileyelim.

SİBEL BOZDOĞAN; Brookline, Massachusetts

 

* Journal of Society of Architectural Historians, 63:1, Mart 2004 (İngilizce’den Çeviren: Tuğçe Selin Tağmat)


[1] Ankara, yazarın akademik çalışmalarının başlıca odağıdır. Yazarın, Carl Christoph Lörcher’in 1924-25 Ankara kent planı üzerine kitabı basım aşamasındadır.

[ii] Marshall Berman, All That is Solid Melts into Air (New York, 1982); Hilde Heynen, Architecture and Modernity: A Critique (Cambridge, Mass., 1999)

[iii] Clemens Holzmeister’in yaşamı ve çalışmaları üzerine bir sergi ve sempozyum yakın bir tarihte Ankara ve İstanbul’da Türkiye ve Avusturya hükümetlerinin desteğiyle gerçekleşti. Sempozyum bildirileri basım aşamasındadır. Gösteriye ilişkin bir eleştiri yazısı için, bkz. JSAH 62 (Aralık 2003), 512-13.

[iv] Bu propaganda filmleri, soğuk savaş süresince Amerika’nın dünya çevresindeki ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarının akademik rasyonalizmi üzerine kurulu, sözde modernleşme kuramının uzantılarıydı. Bu kuram, modernite ve gelenek arasındaki basit ikilikten yola çıkarak, ilkini şüphesiz bir lütuf, ikincisini ise onun gerçekleşmesi için bir engel olarak sunuyordu. Türkiye evrensel kapsamda tanımlanmış modernleşme sürecinin en başarılı modellerinden biri olarak müjdeleniyordu, özellikle bkz. Daniel Lerner, The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East (New York, 1962). Modernleşme kuramının oldukça kapsamlı ve tatmin edici bir şekilde eleştirilmesine ve bugün artık tüm kurumsal ve entelektüel dayanak noktalarının evrensel olarak parçalara ayrılmasına rağmen yine de 2. Dünya Savaşı’nın yan etkilerini gösterdiği süreç içinde sömürgecilik sonrası dünyada ulusların oluşması için yarattığı yapıcı enerji ve iyimserlik için bir miktar nostalji olduğunu da söyleyebiliriz.

[v] Frederick Gibberd, “Expression in Modern Architecture”, Architects’ Journal, 115, 24 Ocak 1952, 118-24.