Views: 80
Son birkaç aydır bilim dünyasında sesini oldukça duyuran yeni bir organımız var: Mikrobiyota, yani vücudumuzdaki mikroskobik canlılar topluluğu. Bilim çevrelerince bu kararın alınmasına ne sebep olmuş olabilir? Gelin sebebini birlikte inceleyelim.
Amerika’da bulunan Ulusal Sağlık Enstitüsü (National Institute of Health) tarafından 2007-2014 yılları arasında sürdürülen İnsan Mikrobiyom Projesi’ni (Human Microbiome Project), bu zamana kadar yapılmış en geniş kapsamlı mikrobiyota çalışması olarak kabul edebiliriz. Sonuçları daha uzunca bir süre bilim dünyasını meşgul edecek gibi görünen projenin yetişkin ayağının tamamlanması, mikrobiyotanın organ olarak kabul edilmesinin temel sebeplerini önümüze seriyor. Bu verilerden ilki vücudumuzda yaklaşık 2 kg ağırlığında bir topluluk oldukları. Yetişkin bir erkeğin karaciğer ağırlığının ortalama 1,5 kg olduğu düşünüldüğünde oldukça önemli bir rakam. Bu topluluk, çok küçük canlıları içerdiği için vücut hücrelerimizden sayıca yaklaşık 10 kat daha fazla miktardalar. Vücudumuzda yer aldıkları çeşitli bölgeler olsa da (ağız, burun, deri, ürogenital) en temel kaynakları bağırsaklarımız, bu nedenle mikrobiyotayı bağırsaklarımızdaki koruyucu ve işlevsel canlılar olarak nitelendirebiliriz. Bağırsak lümenini koruyucu işlevleri en çok da kolon kanserlerinde ön plana çıkıyor. Yüksek yağ ve kırmızı et tüketiminde açığa çıkan nitröz bileşikler ve aminler sindirim sistemindeki (özellikle kalınbağırsak ve rektumda) hücrelerin DNA yapılarının bozulmasına sebep olarak bu hücreleri kanserleşmeye götürüyor. Sağlıklı bir mikrofloraya sahip olduğumuzda özellikle Laktobasiller ve Bifidobakterler bu zararlı bileşikleri metabolize ederek oluşabilecek hasarı minumuma indirip tümör oluşumunu engelliyor.
Bağırsaklardaki bu doğrudan etkisinin yanı sıra birçok farklı hastalıkta da muazzam etkilerini gördüğümüz bir canlı topluluğundan bahsediyoruz. Diyabet, ateroskleroz, obezite ve hatta psikiyatrik hastalıklarda bile mikrobiyota ile ilişki kurabiliyoruz. Mikroflorası bozuk bireylerin bu hastalıklara yakalanma oranı yüksek, aynı zamanda bu hastalıklarda mikroflorayı bozuyor. Kısır döngünün önce hangisinden kaynaklanarak başladığı henüz kanıtlanabilmiş değil ancak her geçen gün mikrobiyotanın bu hastalıkları etkileme mekanizmaları ile ilgili yeni teoriler üretiliyor.
Çeşitli çevresel etmenlere bağlı olarak içeriği (mikroorganizmaların türleri ve dağılımları) değişen mikroflora ile bağırsağın koruyucu bariyerinin azaldığını ve bu sebeple geçirgenliğinin arttığını düşünün. Bu durum vücutta en genel tabiriyle toksisitenin oluşmasına sebep olur. İnsülin duyarlılığının azalması (insülin direnci) buna bağlı olarak diyabet, obezite gibi hastalıklarının gelişmesinin mikrobiyota ile temel ilişkisi budur.
“Temelinin bağırsaklarımızın oluşturduğu enterik sinir sistemi yaklaşık 500 milyon sinir hücresinden oluşan adeta ikinci bir beyin olarak karşımıza çıkıyor”.
Son olarak da işin en ilginç yanı: Mikrobiyota beyine, duygu durumuna, depresyona nasıl etki eder? Evet, ilk bakışta birbirleriyle fazla bağlantılı görünmeyen bu iki konu son zamanlarda bir hayli ilgi odağı haline geldi. Konunun kilit noktası “Serotonin” adı verilen (mutluluk hormonu olarak da bilinir) beyinde işlev gören nörotransmitter madde. Önceden serotonin beyinde üretilen ve işlev gören bir madde olarak biliniyordu. Vücudumuzdaki serotoninin büyük bir çoğunluğun bağırsaklarda sentezlendiğinin anlaşılması mikrobiyotanın ününe ün katmış oldu. Yani mutlu olmak istiyorsanız önce bağırsaklarınızı mutlu etmeniz gerekiyor. Bağırsakları mutlu etmek o kadar da zor değil; mikrofloranın sağlığını korumak için posadan zengin 3 besin grubu sebzeler, meyveler, sağlıklı karbonhidratları (kurubaklagiller, bulgur, yulaf, tam tahıllı ürünler) tercih etmek durumundayız. Bunun yanı sıra başta yoğurt olmak üzere süt ürünleri ile mikroflorayı destekleyebiliyoruz. Bu birkaç küçük değişiklik, mikrobiyotayı etkileyen çevresel etmenlerin başında beslenmenin geldiği düşünüldüğünde, diyabetten, obeziteden, kalp hastalıklarından, kolon kanserinden korunmamıza yardımcı olacak bir yandan da bize epey serotonin salgılatacaktır. Bir organdan daha başka ne istenebilirdi ki?
Yazar: Sevgi Akdaş, Popular Science Türkiye, Mart 2017, s.14-15.