Yenilik kavramı ve yenilik politikaları: Bir özet

Innovations … at first are ill-shapen … [They] are like strangers … what is settled by custom … is fit … whereas new things piece not so well … They trouble by their inconformity. [Yet,] he that will not apply new remedies, must expect new evils … A forward retention of custom, is as turbulent a thing as an innovation.(Francis Bacon, Of Innovation, 1625).

1. Giriş

Yenilik (inovasyon / innovation) kavramı son yıllarda iş dünyası ve akademide en hızlı yaygınlaşan kavramlardan biridir. İktisat ve işletme gibi ekonomi politikaları ve stratejileri ile ilişkili alanların yanı sıra, modadan sanata kadar çok farklı alanlarda da “inovasyon” artık anahtar kavram haline gelmiştir. Bu yaygın kullanım sonucu hem kavramın kapsamı çok genişlemekte, hem de adeta tüm sorunları çözebilecek gizemli bir araç haline getirilmektedir.

Bu çalışmada yenilik kavramının tarihsel gelişimi özetlenmekte, yenilik tipleri ve metrikleri tanımlandıktan sonra, yeniliklerin etkileri tartışılmaktadır.

Yenilik, ekonomi ve toplumsal gelişme açısından belirleyici önemde görüldüğü için pek çok ülkede yenilikleri teşvik edici kamu politikaları uygulanmaktadır. Bu nedenle yenilik politikalarının kuramsal arkaplanı ve yenilik politikalarına yaklaşımlar da değerlendirildikten sonra politika araçları özetlenmiştir. Son olarak, Türkiye’nin yenilik açısından uluslararası konumunu değerlendirmek üzere ülke düzeyindeki bazı önemli yenilik verileri incelenmiştir.

“Innovation” kavramı için Türkçe iki terim kullanılmaktadır: yenileşim ve yenilik. Türk Dil Kurumu’nun Güncel Türkçe Sözlük’ünde yenileşim “değişen koşullara uyabilmek için toplumsal, kültürel ve yönetimsel ortamlarda yeni yöntemlerin kullanılmaya başlanması, yenilik, inovasyon” ve yenilik “yeni olma durumu; yeni olan bir şeyin özelliği; eskimiş, zararlı veya yetersiz sayılan şeyleri yeni, yararlı ve yeterli olanlarıyla değiştirme, teceddüt; yenileşim” olarak eş anlamlı tanımlanmıştır.

“Innovation” kavramının kökenini de özetleyen Akalın (2007), bu kavram için “hem yenileşmeyi, hem de iyileşmeyi” içerdiği için “yenileşim” kavramının kullanılmasını önermektedir. Bu çalışmada “innovation” kavramı için “yenilik” terimini kullanacağız, çünkü Fransızcadan uyarlanan “inovasyon” terimi kavrama adeta “mistik” bir hava vermektedir. “Yenileşim” terimi ise pasif bir süreç vurgusu içermekte, sürecin öznesini (“innovator”) tanımlamaya olanak tanımamaktadır (“yenileşimci”?). “Yenilik” ve “yenilikçi” terimleri ise süreci, ürünü ve özneyi daha açık ve anlaşılır bir şekilde tanımladığı için bu terim tercih edilmiştir.1

2. Yeniliğin kavramsallaştırılması

2.1. Yenilik kavramının evrimi

“Novation” kavramı Avrupa’da ilk kez 13. yüzyılda hukuk alanında kullanılmaya başlandı. “Novation” borç sözleşmesinin yenilenmesi anlamında kullanılıyordu. Kavram teknoloji ve sosyal bilimlerde 20. yüzyıla kadar yaygın olarak kullanılmadı. Bu dönemde kavram “yeni”den ziyade “değişim”i vurguluyordu ve kilise ve devlet yönetiminde değişim olumsuzlandığı için “innovation” kavramı da olumsuz bir içeriğe sahipti (kavramın kullanımı hakkında detaylı bir çalışma için bkz. Godin, 2008 ve 2015).

18. yüzyıl ortalarında İngiltere’de başlayan ve daha sonra Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’ya yayılan Sanayi Devrimi ile birlikte, yenilik ve değişim anlamı içeren kavramlar olumlu karşılanmaya başladı. Bu dönemde, “invention” (buluş), özellikle de “technological invention” kavramı yaygınlaşmaya başladı. Yeniliklerin yayılması anlamında “imitation” kavramı da giderek olumlu bir içerik kazandı.

Smith, Ricardo ve Marx gibi 19. yüzyılın klasik iktisatçılarının teknolojik gelişme (“teknolojik ilerleme”) ve yenilik kavramlarını ön plana çıkarmalarına karşın, “innovation” kavramının olumlu bir içerikle benimsenmesinde en önemli rolü şüphesiz Schumpeter oynamıştır. Schumpeter 1911’de Almanca ve 1934’de İngilizce yayımlanan Theory of Economic Development kitabında, yeniliklerin ekonomik gelişmenin motoru olduğunu vurgulamıştır. Schumpeter, yenilik kavramı için “innovation” terimi yerine “new combinations” (yeni birleşimler) terimini kullanmış ve 5 yeni birleşimin önemli olduğunu belirtmiştir (Schumpeter, 1983/1934):

  • yeni ürünlerin üretilmesi
  • yeni üretim yöntemlerinin uygulanması
  • yeni organizasyon biçimleri (tekelci firmaların oluşumu veya çöküşü)
  • yeni piyasaların açılması
  • yeni hammadde kaynaklarının temini

Schumpeter’in bu önemli çalışması, 1942’de yayımladığı Capitalism, Socialism and Democracy kitabının gölgesinde kalmıştır. “Yaşlı” Schumpeter bu kitabında da yeniliklerin önemi vurgulamakta, fakat yenlik sürecinin giderek büyük, oligopolistik firmalar tarafından yürütülen rutin bir faaliyete dönüştüğünü belirterek, kapitalizmin kendi başarısı sonucu sosyalizme dönüşeceğini söylemektedir. Bu önerme (büyük, oligopolistik firmaların daha yenilikçi olduğu/daha fazla teknoloji geliştirdiği tezi) daha sonra “Schumpeter hipotezi” olarak bilinecek, 1970’lerden başlayarak binlerce ampirik/ ekonometrik çalışmanın konusu olacaktır.

“Innovation” kavramı ancak 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde yaygınlaşmıştır. 1950 ve 1960’larda yapılan çalışmalarda teknolojik gelişme süreci lineer bir süreç olarak değerlendirilmiş, bilimsel faaliyetler sonucu buluşların (“invention”) yapılacağı, bilimsel bilgi ve buluşların firmalar tarafından yeni ürün ve süreçlere dönüştürüleceği (“innovation”), daha sonra bu yeniliklerin diğer firmalar tarafından benimseneceği, böylelikle yeniliklerin tüm ekonomiye yayılacağı (“imitation”) kurgulanmıştır. Bu yaklaşıma göre teknolojik gelişme süreci (bilimsel) buluş, (teknolojik) yenilik ve (ekonomik) yayılma aşamalarından oluşmaktadır. Buluşlar temel araştırma faaliyetleri sonucu gerçekleşirken, yenilikler uygulamalı araştırma ve geliştirme faaliyetleri sonucu olmaktadır. Niteliği gereği, temel araştırma kamusal kuruluşlar (üniversiteler ve kamu araştırma merkezleri) tarafından, yenilikler de özel sektör tarafından gerçekleştirecektir.

Bu lineer bakış açısı, dönemin ekonomi politikalarını da belirlemiştir. 1950’ler ve 1960’larda özellikle ABD’de bilim politikaları ön plana çıkmış, devletin temel bilimlere yönelik aktif bir bilim politikası uygulaması gerektiği önerilmiştir (bu dönemde uygulanan bilim politikası Vannevar Bush’un hazırladığı ve 1945’de ABD Başkanı’na sunulan Science: The Endless Frontier raporunda tanımlanmıştır, bkz Bush, 1960/1945).

1973’de başlayan ve önceleri petrol fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan kısa dönemli bir kriz olarak algılanan ekonomik krizin uzun dönemli olması ve tüm dünyayı etkilemesi, krizin etkileri ve uzun dönemli ekonomi büyümenin kaynakları üzerine yeni çalışmaların yapılmasını tetikledi. 1970’lerin sonlarından itibaren özellikle ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme arasındaki ilişkiler ve kamu politikaları üzerine iktisat yazınında köklü bir dönüşüm yaşandı. 1982’de yayımlanan Nelson ve Winter’in An Evolutionary Theory of Economic Change kitabı bu dönüşümün öncüllerinden biridir. Nelson ve Winter’in çalışmaları ile “Genç” Schumpeter’in Theory of Economic Development kitabındaki görüşleri tekrar gündeme geldi ve ekonomik gelişmenin motoru olarak (teknolojik) yenilikler üzerinde durulmaya başlandı. Bu dönemdeki çalışmaların iki önemli katkısı oldu.

İlk olarak, teknolojik gelişme sürecinin

buluş → yenilik → yayılma (invention → innovation → imitation)

şeklinde lineer bir süreç olmadığı, teknolojik gelişme sürecinin farklı aşamaları arasında geri beslemeler olduğu, yeniliklerin buluşları tetiklediği/kolaylaştırdığı, yayılma sürecinin basit/pasif bir kopyalama süreci olmadığı, yayılma sürecinde de ürün ve süreçlerde yeniliklerin yapıldığı, talebin ve kullanıcı bilgisinin yenilikler açısından önemli olduğu anlaşıldı ve teknolojik gelişme süreci karşılıklı etkileşimlerden oluşan bir süreç olarak kavramsallaştırıldı.

Ünlü teknoloji tarihçisi Rosenberg’in vurguladığı gibi lineer model akademik yazında 1980’lerde tamamen terkedildi (Rosenberg, 1994) ve yerini evrimci/Schumpeterci yaklaşımın geliştirdiği zincirleme-bağlantı modeli ve sistem yaklaşımına bıraktı (bu konuda öncü çalışmalardan için bkz. Kline ve Rosenberg, 1986; Freeman, 1987). Yeni yaklaşımda temel kavram “innovation” oldu. Teknolojik gelişme sürecinin farklı aşamaları arasındaki etkileşimlerin yoğunluğu ve iç-içe geçişler, buluş/yenilik/yayılma aşamaları arasındaki sınırları bulanıklaştırdığı için “innovation” kavramı giderek tüm teknolojik gelişme sürecini kapsayacak şekilde kullanılmaya başlandı.

Teknolojik gelişme kuramındaki gelişmelere paralel olarak, kamu politikalarında da önemli dönüşümler yaşandı. “Bilim politikaları” vurgusu yerine “teknoloji politikaları” ön plana çıktı. Teknolojik gelişme sürecinin bir sistem içerisinde ele alınmasına bağlı olarak da, özellikle 2000’li yılların başlarından itibaren “yenilik politikası” kavramı daha çok rağbet görmeye başladı.

Burada kısaca özetlediğimiz süreçler, temel kavramların kullanım sıklığına da yansımaktadır. Şekil 1’de “innovation”, “invention” ve “imitation” sözcüklerinin 1700-2008 döneminde İngilizce kitaplarda kullanım sıklığı görülmektedir.2 1750’den sonra, Sanayi Devrimi ile birlikte, “invention” ve “imitation” sözcüklerinin kullanım sıklığı hızla artmıştır. Bu iki sözcüğün kullanımı 1780’lerden sonra günümüze kadar tedrici olarak azalırken, “innovation” sözcüğünün kullanımı 1970’lerden sonra hızlı bir şekilde yükselmiştir.

 

Şekil 1. Google Books’da “innovation”, “invention” ve “imitation” sözcüklerinin kullanım oranları

yenilik-sekil-1
Not: Düşey eksen “innovative+innovation”, “inventive+invention” ve “imitative+imitation” sözcüklerinin Google Books veritabanında yıllara göre kullanım oranlarıdır (x106)

Şekil 2. Google Books’da “science policy”, “technology policy” ve “innovation policy” sözcüklerinin kullanım oranları

yenilik-sekil-2
Not: Düşey eksen ilgili sözcüklerinin Google Books veritabanında yıllara göre kullanım oranlarıdır (x108)

Şekil 2’de 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde “science policy”, “technology policy” ve “innovation policy” kavramlarının kullanımındaki değişim çok net görülmektedir. “Science policy” 1960’larda hızla popüler olmuş, 1974’de zirveye ulaştıktan sonra aynı hızla önemini kaybetmiştir. “Technology policy” kavramı 1970’lerden 1990’ların ortasında kadar daha fazla kullanılan bir kavram olmuştur. “Innovation policy” kavramı ise özellikle 1990’ların sonlarından itibaren yaygınlaşmıştır.

2.2. Yenilik tipleri

Yenilik çalışmalarındaki en önemli sorunlardan biri yeniliğin tanımı olmuştur. Bu konuda kuram ve uygulama düzeyinde pek çok çalışma yapılmıştır. Bu doğrultuda en kapsamlı çalışmalar OECD bünyesinde yapılmış ve çalışmanın sonuçları Oslo Kılavuzu olarak bilinen elkitabında derlenmiştir. İlk baskısı 1992’de yapılan Oslo Kılavuzu’nda imalat sanayiine yönelik olarak ürün ve süreç yenilikleri tanımlanmış, 1997’deki 2. baskıda hizmet sektörleri kapsama alınmıştır. 2005’de yayınlanan 3. baskıda ise özellikle hizmet sektörleri için önemli olan teknoloji-dışı yenilikler de tanımlanmıştır. Oslo Kılavuzu’nun 3. baskısı TÜBİTAK tarafından Türkçe olarak yayımlanmıştır (OECD ve Eurostat, 2006).

Oslo Kılavuzu’nda yer alın tanım ve yöntemlere uygun olarak AB ülkelerinde (2 yılda bir) Topluluk Yenilik Anketi (Community Innovation Survey) yapılmaktadır. Türkiye ve bazı OECD ülkelerinden de aynı yöntem ile yenilik anketleri uygulanmaktadır.3

Oslo Kılavuzu, yeniliği firma/girişim düzeyine tanımlamaktadır. Bir başka deyişle, firma kendisi için yeni bir uygulamayı gerçekleştirdiğinde (o uygulama aynı veya başka sektörlerdeki firmalar tarafından halihazırda uygulanmakta olsa da), bu yenilik olarak kabul edilmektedir:

Bir yenilik, işletme içi uygulamalarda, işyeri organizasyonunda veya dışı ilişkilerde yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş bir ürün (mal veya hizmet), veya süreç, yeni bir pazarlama yöntemi ya da yeni bir organizasyonel yöntemin gerçekleştirilmesidir (OECD ve Eurostat, 2006: 50).

Bu tanım, tüm firmaların tam bilgiye sahip olduğunu varsayan neo-klasik yaklaşımın aksine, firmaların yerel (local) bilgiye sahip olduğunu varsayan evrimci/Schumpeterci yaklaşıma yakındır. Bu yaklaşıma göre, bir firmanın kendisi için yeni bir uygulamaya geçmesi, yeni bilgi edinmesini gerektirmektedir. Bir uygulama başka firmalar tarafından bilinmekte ve uygulanmakta olsa bile, söz konusu firma açısından bir çabayı gerektirmekte ve firmanın bilgi setinin genişlemesini sağlamaktadır. Bu nedenle firma için yeni olan yenilik olarak kabul edilmiştir.

Yenilik tanımı ile uygun şekilde yenilik faaliyetleri de aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır:

Yenilik faaliyetleri, yeniliklerin uygulanmasına yol açan veya yol açması öngörülen tüm bilimsel, teknolojik, organizasyonel, finansal ve ticari adımlardır. Bazı yenilik faaliyetleri kendi başlarına yenilikçi iken, diğerleri yeni faaliyetler olmamakla birlikte yeniliklerin gerçekleştirilmesi için gereklidir. Yenilik faaliyetleri aynı zamanda, özel bir yeniliğin geliştirilmesi ile doğrudan ilişkili olmayan Ar-Ge’yi de içermektedir (OECD ve Eurostat, 2006: 51).

Oslo Kılavuzu’nda (bir ölçüde Schumpeter’in sınıflamasına benzer şekilde) yenilikler dört gruba ayrılmıştır:

Bir ürün yeniliği, mevcut özellikleri veya öngörülen kullanımlarına göre yeni ya da önemli derecede iyileştirilmiş bir mal veya hizmetin ortaya konulmasıdır. Bu; teknik özelliklerde, bileşenler ve malzemelerde, birleştirilmiş yazılımda, kullanıcıya kolaylığında ve diğer işlevsel özelliklerinde önemli derecede iyileştirmeleri içermektedir.

Bir süreç yeniliği yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş bir üretim veya teslimat yönteminin gerçekleştirilmesidir. Bu yenilik, teknikler, teçhizat ve/veya yazılımlarda önemli değişiklikleri içermektedir.

Bir pazarlama yeniliği, ürün tasarımı veya ambalajlaması, ürün konumlandırması, ürün tanıtımı (promosyonu) veya fiyatlandırmasında önemli değişiklikleri kapsayan yeni bir pazarlama yöntemidir.

Bir organizasyonel yenilik, firmanın ticari uygulamalarında, işyeri organizasyonunda veya dış ilişkilerinde yeni bir organizasyonel yöntem uygulanmasıdır (OECD ve Eurostat, 2006: 52-55).

Genellikle ürün ve süreç yenilikleri teknolojik yenilik, pazarlama ve organizayonel yenilikler de organizayonel yenilik olarak da tanımlanmaktadır.

Yenilikler, büyüklüğüne/etkisine göre de sınıflanmaktadır. Örneğin Freeman ve Perez (1988) yenilikleri dört gruba ayırmaktadır:

Artımsal yenilikler (incremental innovations) üretim sürecinde oldukça sık gerçekleştirilen yeniliklerdir. Bir artımsal yeniliğin etkisi azdır, ürün veya süreç niteliğinde kısmi bir iyileşme gerçekleştirir. Fakat bu yenilikler sık sık gerçekleştiği için toplam etkileri önemli olabilmektedir. Bu nedenle bu yenilikler “küçük yenilik” olarak değil, “artımsal yenilik” olarak tanımlanmıştır. Artımsal yenilikler genelde planlı Ar-Ge faaliyetleri sonucu değil, günlük mühendislik ve üretim faaliyetleri sonucu (yaparak öğrenme/learning by doing) veya kullanıcıların/müşterilerin geri beslemesi ile (kullanarak öğrenme/learning by using) sonucu gerçekleşmektedir.

Radikal yenilikler (radical innovations) genellikle firmaların, üniversitelerin ve araştırma merkezlerinin planlı Ar-Ge faaliyetleri sonucu gerçekleşen, ürün veya süreçlerdeki köklü değişiklikler ile yeni ürün veya süreçlerin uygulamaya konulmasıdır. Örneğin naylonun çekme dayanımında iyileşmeye yol açan bir yenilik artımsal yenilik olarak tanımlanabilir, fakat naylonun geliştirilmesi ve üretimi radikal yeniliktir. Benze şekilde, termik santralların verimliliğini artıran artımsal yenilikler olabilir, fakat bu yenilikler sonucu nükleer santrale geçiş olmaz. Nükleer enerji bir radikal yeniliktir.

Radikal yenilikler zaman içerisinde eşitsiz dağılmıştır, çünkü gerçekleştirilmeleri ekonomik konjonktüre bağlıdır. Ayrıca radikal yeniliklerin başarısı bir grup ürün, süreç ve organizasyon yeniliğinin eş-anlı gerçekleşmesine bağlıdır. Örneğin naylon üretimi, sadece bir ürün yeniliği değildir, naylon üretimi çeşitli süreç ve organizasyon yenilikleri olmadan gerçekleşemez. Radikal yenilikler genelde mevcut sektörlerde köklü yapısal dönüşümlere yol açarlar.

Teknolojik sistem”deki değişiklikler, ekonomideki birden fazla sektörü etkileyen veya yeni sektörlerin ortaya çıkmasına yol açan değişimlerdir. Teknolojik sistemdeki değişiklik, birden fazla firmanın gerçekleştirdiği bir grup radikal ve artımsal yenilik sonucu oluşur. Örneğin 19. yüzyılın sonunda yaşanan elektrifikasyon, elektrik enerjisi üretimi, iletimi, dönüştürülmesi ve elektrik kullanan makine ve cihazlar dahil pek çok ürün, süreç ve organizasyon yeniliği kümesi sayesinde gerçekleşmiştir.

Tekno-ekonomik paradigma”daki değişim ise tüm toplumun teknolojik-ekonomik yapısını dönüştüren bir devrimdir. Tekno-ekonomik paradigmadaki değişim sadece bazı ürünlerin veya sektörlerin ortaya çıkmasını sağlamaz, tüm sektörlerde dönüşüme yol açar, hatta yönetici ve mühendislerin algıladığı “temel sorunları” da değiştirir.4

Tekno-ekonomik paradigmadaki değişimler (teknolojik devrimler) Sanayi Devrimi’nden itibaren yaklaşık 50 yıllık dönemlerde gözlenmiştir. Teknolojik devrim, yeni bir tekno-ekonomik paradigmanın baskın olmasını sağlar ve teknolojik-ekonomik gelişme bu paradigmanın tanımladığı sınırlar içinde ve yörünge doğrultusunda gerçekleşir. Devrimden sonraki 20-30 yıllık dönemde, yeni paradigmanın potansiyelini gerçekleştirmek üzere radikal ve artımsal yenilikler temelinde hızlı bir üretkenlik artışı ve ekonomik büyüme süreci yaşanır. Paradigmanın teknolojik sınırlarına yaklaşıldığında üretkenlik artış hızları düşer, uzun dönemli ekonomik kriz dönemine girilir. Bu krizden çıkış ancak yeni bir teknolojik devrim ile mümkündür.

Freeman ve Perez’e göre Sanayi Devrimi’nden sonra 5 teknolojik devrim ve büyük dalga (Kondratieff cycle) yaşanmıştır:

Erken mekanizasyon (Sanayi Devrimi) olarak tanımlanan 1. dalga 1770-1780’lerden 1830-1840’lara kadar olan dönemdir. Bu dönemin temel girdisi pamuk ve pik demirdir.

Buhar enerjisi ve demiryolu olarak tanımlanan 2. dalga 1830-1840’lardan 1880-1890’lara olan dönemi kapsar ve temel girdisi kömür ve ulaşımdır.

Elektrik ve ağır sanayii dalgası (3. dalga) 1880-1890’larda başlamış ve 1930-1940’larda sona ermiştir. Bu dönemdeki temel girdi çeliktir.

Fordist kitlesel üretim dalgası (4. dalga) 1930-1940’larda başlamış, 2. Dünya Savaşı sonrası altın çağını yaşamış, teknolojik potansiyeline 1970’lerde ulamış ve 1980-1990’larda uzun dönemli krize girmiştir. Bu dönemin temel girdisi enerji (özellikle petrol) olmuştur.

1980-1990’larda başlayan ve Bilişim ve İletişim (BİT) olarak tanımlanan 5. dalga elektronik, bilgisayarlar, yazılım, robotik, iletişim, seramik, esnek üretim sistemleri, veri bankaları gibi sektörlerdeki yenilikler sonucu gerçekleşmiştir. Bu dalganın temel girdisi “çip”lerdir.

Artımsal yenilik ve radikal yenilik kavramları yenilik yazınında genel kabul görmüştür. Teknolojik yenilikler ve uzun dönemli büyüme arasında ilişki olduğu da pek çok araştırmacı tarafından kabul görmekle birlikte, uzun dönemli dalgalar (Kondratieff dalgaları), bu dalgaların nedenleri ve dönemselleştirilmesine ilişkin bir görüş birliği yoktur. Buna karşın teknolojik devrimler ve uzun dönemli büyüme konusundaki çalışmalar politika yapıcıları da önemli ölçüde etkilemiştir.

Yeniliklerin sınıflamasına yönelik önemli bir çalışma da Henderson ve Clark (1990) tarafından yapılmıştır. Bu araştırmacılar bir sistemdeki (ürün, süreç veya organizayon) değişimin bileşen/temel kavramlar (components/core concepts) veya sistem/ilişkiler (system/linkages) düzeyinde yapılabileceğini vurguladıktan sonra bu iki düzeydeki değişime göre dört tip yenilik olabileceğini saptamışlardır (bkz. Şekil 3).

 

Şekil 3. Yenilik tipleri

yenilik-sekil-3
Kaynak: Henderson ve Clark (1990)

Bir bileşenin değiştiği, niteliğinin iyileştiği ama sistemde veya bileşenler arasındaki ilişkide bir değişiklik olmadığı yenilik artımsal yenilik olarak tanımlanmıştır. Örneğin bir bulaşık makinesinin daha güçlü motor kullanması ve kurutma hızının artması artımsal yeniliğe örnek gösterilebilir.

Radikal yenilikler ise hem yeni bileşenlerin geliştirilmesi, hem de sistem mimarisinde bir değişiklik sonucu oluşur. Örneğin jet motorlu uçak bir radikal yeniliktir; hem uçağın motorunda, hem de yapısında bir değişim gerçekleşmiştir.

Modüler yeniliklerde sistemde bir değişiklik yoktur, fakat belirli bir işlevi gerçekleştiren bir bileşen değiştirilmiştir. Örneğin elektrikli radyolarda enerji kaynağı olarak genellikle pil kullanılır. Pil yerine kurulabilen saat mekanizmasını kullanan radyolar (clockwork radio) modüler yeniliğe örnek olarak gösterilebilir.

Mimari yenilikte ise bileşenler aynı kalmakla birlikte farklı bir düzenleme ile sistemin mimari yapısı değiştirilir. Mimari yapıdaki değişiklik bileşenlerde de bazı değişimlere yol açabilir, fakat bileşenlerdeki değişim küçük ve biçimseldir. Mimari yeniliğe bir örnek, bir zamanlar çok yenilikçi bir ürün olarak gösterilen Sony Walkman’dir. Sony Walkman’deki bileşenler uzun bir süredir kasetçalarlarda kullanılmasına karşın, Sony Walkman bu bileşenleri farklı bir şekilde birleştirerek (hoparlörlerin çıkarılması, kulaklık kullanılması, vb) yenilikçi bir ürün yaratmıştır.

Henderson ve Clark’ın sınıflaması, özellikle firma düzeyinde yenilik politikası ve stratejisi geliştirilmesinde kullanılabilecek bir çerçeve sunmaktadır.

3. Yenilik sistemleri

1980’lerden itibaren yenilik sürecini etkileyen üç önemli dönüşüm gözlenmektedir.

1. 1980’lerde, özellikle elektroniğe dayalı genel amaçlı teknolojilerin gelişimi ve teknolojik yakınsama süreçlerinin bir sonucu olarak, bir yanda teknolojilerin kullanım alanları yaygınlaşırken, diğer yanda ürünlerin teknolojik karmaşıklık düzeyi artmış, bir üründe çok sayıda ve farklı teknoloji kullanılmaya başlanmıştır (Şekil 4). 1980’lere kadar olan dönemde bir ürünü üretmek için az sayıda teknolojiye sahip olmak yeterken, günümüzde üretilen ürünlerin pek çoğunda çok çeşitli teknolojilerin kullanılması zorunlu hale gelmiştir. Örneğin çamaşır makinesi üretimi için metal işleme teknolojilerinde yetkin olmak yeterliyken, günümüzde elektronik ve yazılım yetenekleri de zorunlu hale gelmiştir.

 

Şekil 4. Teknoloji-ürün ilişkileri

yenilik-sekil-4

Ürünlerin teknolojik karmaşıklık düzeyi artarken, teknolojilerin kullanım alanları da hıza çeşitlenmiştir. Örneğin elektronik teknolojileri artık hemen her üründe kullanılır olmuştur.

2. Teknolojik değişim sonucu yenilik faaliyetlerinde sabit ve batık maliyetler (fixed and sunk costs) giderek artmaktadır. Artık en “basit” teknolojiler ve ürünler bile uzun süren ve büyük yatırımlar gerektiren Ar-Ge faaliyetleri sonucu geliştirilmektedir.

3. Yenilik faaliyetlerinde belirsizlik ve riskler giderek artmaktadır. Bu belirsizlik ve riskler teknolojik olabildiği gibi, tüketici tercihlerinden veya rakip firmaların daha iyi ürünler/teknolojiler geliştirme olasılığından da kaynaklanmaktadır.

Bu üç dönüşüm nedeniyle dünyanın en büyük firmasının bile, bir ürün veya teknoloji ile ilişkili tüm ürünleri/teknolojileri kendi başına üretebilmesi/geliştirebilmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, yenilik süreci artan oranda bir firmanın sınırları dışına taşmakta, yenilikler ancak firmalar arasındaki etkileşim ve işbirlikleri ile gerçekleştirilebilmektedir. Bu durum yenilik sürecinin anlaşılması için sistem yaklaşımını zorunlu kılmakta, birden fazla firma ve/veya teknolojilerin bir bütün olarak ele alınması gerekmektedir.

Yenilik sürecine ilişkin olarak, üç farklı fakat birbirini tamamlayan sistem yaklaşımından bahsetmek mümkündür.

Carlsson ve Stankiewicz (1991) tarafından geliştirilen yaklaşımına göre, teknoloji gelişme ve ekonomik kalkınma süreçlerinin anlaşılması için gerekli analiz birimi teknolojik sistemlerdir. Bir teknolojik sistem, belirli bir ekonomik/sınai alanda, belirli bir kurumsal altyapı üzerinde faaliyet gösteren, teknolojinin geliştirilmesi, yayılması ve kullanılması süreçlerine katılan birimlerin etkileşiminden oluşan bir dinamik ağıdır (network). Teknolojik sistemler firmalar arasındaki mal ve hizmet akımları ile değil, bilgi/yetenek (competence) akımları bazında tanımlanır. Ağ belirli bir kritik büyüklüğe ve bir girişimciye sahipse, yeni fırsatlar yaratan bir firma ve teknoloji kümesine dönüşür. Teknolojik sistemler yaklaşımı, ekonomik büyümenin motorunun, birbiriyle sinerjik etkileşim içindeki firma ve teknoloji kümelerinin olduğunu vurgular. Fakat firma ve teknoloji kümelenmesi, ilgili teknolojinin potansiyelinin değerlendirilmesi için yeterli değildir. Genç Schumpeter’i izleyen teknolojik sistemler yaklaşımı, bu kümelenmenin etkili olabilmesi için girişimcinin rolünün önemli olduğunu vurgular.

Yenilik sürecine ilişkin en önemli kavramlardan biri şüphesiz ulusal yenilik sitemi kavramıdır. Bu kavram evrimci iktisadın önde gelen araştırmacılarından Freeman (1987 ve 1988), Lundvall (1988, 1992) ve Nelson (1993) tarafından önerilmiş, kısa sürede OECD (1997) gibi uluslararası kuruluşlar tarafından da teknoloji ve yenilik politikalarının tasarımında yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Yenilik süreci sadece firmalar-arası etkileşim sonucu gerçekleşmez; nitelikli işgücünün eğitiminden yasal ve düzenleyici altyapının oluşturulmasına, standartlardan akreditasyona, Ar-Ge desteklerinden fikri mülkiyet haklarına kadar çok çeşitli alanlarda yoğun bir özel kesim-kamu etkileşimi yeniliklerin gerçekleşmesi için zorunludur. Ulusal yenilik sistemi, bir ülkede yenilik ve teknolojik yayılmanın hızını ve yönünü etkileyen piyasa ve piyasa-dışı tüm kurum ve kuruluşlardan oluşur.

Ulusal yenilik sistemini oluşturan kurum ve kuruluşlar altı grupta toplanabilir (Taymaz, 2001, Arıkan, vd., 2003):

  • Teknolojik yenilik faaliyetinde bulunan firmalar ve bu firmaların oluşturduğu ağlar
  • Kâr amacı olmayan kamu ve yarı-özel bağımsız araştırma kuruluşları
  • Bilimsel bilginin üretimi, buluşların üretilmesi ve araştırmacıların eğitimi gibi işlevler üstlenen bilim ve eğitim sistemi
  • Yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması, eğitim ve laboratuvar destek hizmetleri, standartların belirlenmesi vb faaliyetler gerçekleştiren destek ve köprü kuruluşlar
  • Finansman kuruluşları (Ar-Ge ve yenilik faaliyetlerine yönelik destek kuruluşları dahil)
  • Politika geliştiren, uygulayan ve değerlendiren kuruluşlar

Bir ülkenin yenilik performansı, ulusal yenilik sisteminin tüm unsurlarının etkin bir şekilde faaliyet göstermesine ve bu unsurlar arasında gerekli etkileşimin sağlanmasına bağlıdır. Bir unsurdaki veya etkileşimdeki aksama tüm sistemin aksamasına yok açar (sistemik aksama). Bu nedenle ulusal yenilik sistemi yaklaşımına göre yenilik politikasının hedefi, tüm kurum ve kuruluşlarıyla iyi işleyen bir yenilik sisteminin kurulmasıdır.

Marshall’dan itibaren iktisat yazınında firmaların bölgesel yoğunlaşmasının nedenleri ve etkileri üzerine çok sayıda çalışma yapılmıştır. Yenilik sürecinde firmalar ve firmalar-müşteriler arasındaki etkileşimlerin önemini vurgulayan çalışmalar, bilişim ve iletişim teknolojilerindeki tüm gelişmelere karşın güven ilişkilerin ve zımni bilginin (tacit knowledge) öneminden dolayı coğrafi, kültürel ve teknolojik yakınlığın yenilik için gerekli olduğunu, bu nedenle yenilikçi firmaların belirli bölgelerde yoğunlaşma eğiliminde olduğunu göstermişlerdir (tipik örnek, ABD’de Silikon Vadisi). Bu çalışmalar, ulusal düzeydeki düzenlemelerin önemini kabul etmekle birlikte, bölgesel düzeydeki yapılanma ve sistemlerin yenilik süreci için önemini vurgulamak üzere bölgesel yenilik sistemi kavramını geliştirmişlerdir (örneğin, bkz. Cook, Uranga ve Etxebarria, 1998; Cook ve Memedovic, 2003). Bu kavram OECD, UNIDO ve AB gibi kuruluşlar tarafından da benimsenmiş ve yaygın olarak kullanılmıştır.

4. Yenilik metrikleri

Yenilik araştırmalarının önemli bir kısmı, yenilik metriklerinin tanımlanması ve ölçülmesine ayrılmıştır. Yenilik tanımı belirli bir muğlaklık içerdiği için (“yeni ya da önemli derecede iyileştirilmiş”) yeniliklerin ölçülmesi önemli zorluklar içermektedir.

Yenilik faaliyetlerin ölçülmesinde kullanılan ilk metrik Ar-Ge yatırımlarıdır. Yenilik faaliyetlerinin önemli bir girdisi Ar-Ge faaliyetleridir. Bu faaliyetler sonucu yeniliklerin geliştirildiği varsayımıyla Ar-Ge faaliyetlerine yapılan harcamalar ve bilim adamı/araştırmacı sayıları yenilik faaliyetlerinin ölçülmesinde kullanılmaktadır.

Ar-Ge istatistiklerinin yenilik metriği olarak kullanılmasının en önemli avantajı, bu verilerin pek çok ülke ve uzun bir dönem için mevcut olması ve Ar-Ge istatistiklerinin ülkeler-arasında benzer tanım ve yöntemler ile derlenmesidir. OECD tarafından ilk kez 1963’de yayınlanan Frascati Kılavuzu’nda (OECD, 2002) Ar-Ge faaliyetleri ve ölçüm yöntemleri kapsamlı olarak tanımlanmış ve Ar-Ge istatistiklerinin derlenme yöntemleri uyumlaştırılmıştır. Devlet yardımlarına ilişkin uluslararası anlaşmalarda Ar-Ge faaliyetlerine istisnalar getirilmesi de Ar-Ge tanımlarının uyumlaştırılmasına katkıda bulunmuştur. Ar-Ge istatistiklerinin yenilik faaliyetlerinin ölçülmesi açısından en önemli sorunları, girdi değişkenleri olması ve (yukarıda belirtildiği gibi) yeniliklerin Ar-Ge dışı faaliyetler sonucu da geliştirilebilmesidir.

Yeniliklerin ölçülmesine ilişkin ikinci önemli kaynak, patent istatistikleridir. Patentler, teknolojik yeniliklerin korunması amacıyla alındığı için bir çıktı göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca dünyadaki ülkelerin çoğunda benzer patent uygulamaları olduğu için, ülkeler arası ve uzun dönemli karşılaştırılabilir istatistik elde etmek mümkündür. Patentlerin yeniliklerin ölçümünde kullanılmasındaki en büyük sorunları, tüm yenilikler için patent alınmaması veya alınamaması (özellikle süreç yeniliklerinde gizliliğin tercih edilmesi ve bazı yeniliklerin patent konusu olmaması), fikri mülkiyet haklarının uygulamasındaki farklılıklardan dolayı ülkeler-arası ve dönemler-arası patentleme eğiliminin değişmesi, patentlerin nitelikleri arasında önemli farklılıklar olması ve önemli sayıda patentin hiçbir zaman kullanılmamasıdır (detaylı bilgi için bkz. Archibugi, 1992).

Yenilik anketleri son yıllarda ülke ve sektör düzeyinde yeniliklerin ölçülmesinde ve analizinde kullanılan önemli bir kaynaktır. Ar-Ge ve patent istatistiklerindeki sorunlardan dolayı yenilik faaliyetlerinin doğrudan ölçülmesine yönelik çalışmalar sonucu 1980’lerde yenilik anketleri geliştirilmeye ve uygulanmaya başlandı (örneğin ABD’de Ticaret Bakanlığı, Kanada’da İstatistik Ofisi, İngiltere’de Sussex Üniversitesi’ne bağlı SPRU araştırma merkezi). Yenilik anketlerinin uyumlaştırılması kapsamında OECD bünyesinde hazırlanan Oslo Kılavuzu 1992’de yayımlandı ve AB ülkelerinde ilk ortak yenilik anketi 1993’de uygulandı (OECD ve Eurostat, 2006). Yenilik anketlerinin en önemli avantajı, yenilik faaliyetinde bulunan firmaların özelliklerine ilişkin özel sorular içermesidir. Bu şekilde yenilik faaliyetlerini belirleyen etkenler ile yeniliklerin etkileri firma düzeyinde analiz edilebilmektedir.

Yenilik anketleri ile yeniliklerin ölçümündeki en önemli sorun, bu anketlerde sadece “son üç yıl içerisinde bir yenilik yapılıp/yapılmadığının” sorulması ve derlenen bilginin sadece ankete cevap veren kişinin düşüncesini yansıtmasıdır. Örneğin TÜİK Tarafından 2014’de yapılan yenilik anketinde, ürün, süreç, organizasyon ve pazarlama yenilikleri için aşağıdaki sorular sorulmuştur:

Ürün Yeniliği

2012-2014 yıllarını kapsayan üç yıllık dönemde girişiminiz piyasaya ;

  • Yeni ya da önemli ölçüde geliştirilmiş / iyileştirilmiş mal sundu mu? (Küçük çaplı değişiklikler/iyileştirmeler ya da estetik değişiklikler ile diğer girişimlerden satın alınan mal veya hizmetlerin yeniden satılmasını içermez.)
  • Yeni ya da önemli ölçüde geliştirilmiş / iyileştirilmiş hizmet sundu mu?

Süreç Yeniliği

Girişiminiz 2012-2014 yıllarını kapsayan üç yıllık dönemde aşağıdaki süreç yeniliklerini uygulamış mıdır?

  • Mal veya hizmet üretiminde yeni ya da önemli ölçüde geliştirilmiş imalat yöntemleri
  • Girdileriniz ile ürettiğiniz mal veya hizmetler için yeni veya önemli ölçüde geliştirilmiş lojistik, teslimat ve dağıtım yöntemleri
  • Süreçleriniz için yeni veya önemli ölçüde geliştirilmiş destekleme faaliyetleri (Bakım sistemleri, satın alma, bilgi işlem, muhasebe vb.)

Organizasyonel yenilik

Girişiminiz 2012-2014 yıllarını kapsayan üç yıllık dönemde aşağıdaki organizasyon yeniliklerinden hangilerini uyguladı?

  • Organizasyon süreci için yeni iş yöntemleri ortaya koymak (Tedarik zinciri yönetimi, bağımsız çalışan iş danışmanlığı, bilgi yönetimi, yalın üretim, kalite yönetimi vb.)
  • İş sorumlulukları ve karar alma organizasyonunda yeni yöntemlerin kullanılması (Çalışanın sorumlulukları, takım çalışması, sorumluluğun dağıtılması, yeni birim
  • oluşturulması, eğitim/staj vb. konusunda yeni bir sistemin ilk defa kullanılması)
  • Diğer girişimler veya kamu kuruluşları ile ilişkilerde işbirliği, ortaklık, taşeronluk vb. yollarla yeni yöntemler kullanılması (İlk kez üniversiteler ve diğer araştırma kurum/kuruluşlarıyla işbirliği yapmak, vb.)

Pazarlama yeniliği

Girişiminiz 2012-2014 yıllarını kapsayan üç yıllık dönemde aşağıdaki pazarlama yeniliklerinden hangilerini uyguladı?

  • Ürünün tasarım ve ambalajının estetiğinde önemli değişiklik yapılması (Ürünün fonksiyonunun veya kullanıcı özelliklerinin değiştirilmesi dahil değildir. Bu, ürün yeniliği
  • kapsamındadır.)
  • Ürün tanıtımı için yeni ortam veya reklam tekniklerinin kullanılması (Yeni bir medya reklamı, yeni bir marka imajı, müşteri mağaza kartı gibi uygulamaların ilk kez kullanılması)
  • Yeni bir ürün konumlandırma veya satış kanalı yönteminin uygulanması (Başka girişimlere satış yetkisi (franchising) veya dağıtım izni verilmesi, doğrudan satış, ürün sunumuna ilişkin yeni kavramların kullanımı)
  • Ürün ve hizmetlerin fiyatlandırmasında yeni metodların uygulanması (Talebe göre fiyatlandırma ya da indirim sisteminin ilk kez kullanılması)

Firmalar bu sorulara sadece “Evet/Hayır” cevabı verdiği için yeniliklerin büyüklüğü/önemi veya sayısına ilişkin doğrudan bir bilgi elde edilmemektedir. Ürün ve süreç yeniliğine ilişkin olarak, yeniliğin piyasa için de yeni olup olmadığı ve ürün yeniliklerine ilişkin olarak son yılki ciro içinde girişimin “kendi pazarı için yeni olan mal veya hizmet yenilikleri sonucu üretilen ürünlerin payı” ve “sadece bu girişim için yeni olan mal veya hizmet yenilikleri sonucu üretilen ürünlerin payı” gibi sorularla yeniliklerin önemi ve kapsamına ilişkin ek bilgi derlenmektedir.

Yenilik anketiyle derlenen yenilik verilerinin firma düzeyinde ikili (binary) değişken düzeyinde kalmasına karşın (“son üç yıl içinde yenilik yaptı/yapmadı”), bu anketler yenilik süreçlerinin analizi ve anlaşılması açısından önemli bir katkıda bulunmuştur (Hong, Oxley ve McCann, 2012).

5. Yeniliklerin etkileri

Sanayi Devrimi’nden günümüze yeniliklerin toplumsal ve ekonomik etkileri önemli bir tartışma konusu olmuştur.

Yenilik-üretkenlik-büyüme ilişkisi iktisat yazınında kapsamlı olarak incelenmiştir (bu konuda yakın zamanda yayınlamış bir derleme için bkz. Mohnen ve Hall, 2013). Ekonometrik çalışmalarda elde edilen sonuçlara göre tüm yenilik biçimleri (ürün, süreç, organizasyonel ve pazarlama yenilikleri) firmaların üretkenliği üzerinde olumlu etkiye sahiptir. Farklı yenilik tipleri genelde birlikte gözlendiği ve yenilikler arasında tamamlayıcı ilişki olduğu için bir yenilik tipinin etkisini ayırt etmek zordur, fakat bir bütün olarak yeniliklerin üretkenlik üzerinde pozitif etkisi vardır.

Solow’dan itibaren pek çok çalışmada gösterildiği gibi üretkenlik artışları uzun dönemli büyümenin en önemli unsurudur. Bu nedenle yenilik-üretkenlik-büyüme ilişkisi akademisyenler ve politika yapıcıları tarafından bir genel doğru olarak kabul edilmekte, pek çok ülkede yenilik politikaları ekonomik büyüme açısından temel alınmaktadır.

Yeniliklerin istihdam ve işgücüne etkileri her zaman tartışma konusu olmuştur. 18. yüzyıl sonlarında işgücü talebini azalttığı için makinalaşmaya karşı başlayan Luddite hareketinde simgeleştiği gibi bazı durumlarda yeniliklere karşı ciddi toplumsal tepkiler de olmuştur.

Yeniliklerin istihdam etkisine ilişkin çalışmalar, yeniliklerin tiplerine göre farklı etkilerde olabileceğini göstermektedir (Vivarelli, 1995 ve 2014). Örneğin süreç yeniliklerinin ilk etkisi emek üretkenliğini (çıktı/işgücü oranını) artırarak (belirli bir üretim düzeyinde) işgücü talebini, dolayısıyla istihdamı azaltmaktır. Sanayi Devrimi’nden günümüze, ülke ve sektör düzeyinde emek üretkenliğinin sürekli artma eğiliminde olduğu gözlenmektedir (emek üretkenliğinde ancak kriz dönemlerinde, kısa dönemli düşmeler yaşanmaktadır).5 Süreç yenilikleri emekten tasarruf eden nitelikte olduğu için firma düzeyinde ilk etki işgücü talebini azaltmak olmakla birlikte, bazı “telafi edici mekanizmalar” (compensating mechanism) sonucu orta ve uzun dönemde bu etki zayıflamakta, bazı durumlarda tersine dönebilmektedir. Örneğin süreç yeniliği sonucu maliyetlerin ve ürün fiyatının düşmesi, üretim miktarının ve dolayısıyla işgücü talebinin artmasını sağlamaktadır. Bu etkinin, işgücü talebinde azaltmayı telafi edip etmemesi, ürün talebinin fiyat esnekliği ve üretimde işgücü kullanım düzeyine bağlıdır. Söz konusu ürün yurtdışı piyasalarda satılabiliyorsa, bu etki daha fazla olacak, fakat bu süreç sonucu ülke içinde işgücü talebi artarken, yabancı firmaların rekabet gücünü kaybetmesi sonucu diğer ülkelerde işgücü talebi düşecektir.

Benzer şekilde, süreç teknolojisi yeni üretim araçlarına gereksinim duyuyorsa, bu üretim araçlarını üreten sektörlerde istihdam artışı gözlenebilecektir. Telafi edici mekanizmaların süreç yeniliklerinin işgücü talebi üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmakla birlikte tam olarak telafi edemeyeceği, bu nedenle uzun dönemde süreç yeniliklerinin işgücü talebini azaltıcı bir etkide bulunacağı beklenmektedir.

İşgücü talebindeki düşüşün uzun dönemde istihdam etkisi (haftalık/yıllık) çalışma süresindeki değişime bağlıdır. Uzun dönemde işsizlik oranlarında sürekli bir artış (veya, bu durumun tersi, istihdam oranlarında sürekli bir düşüş) gözlenmemektedir. Bunun nedeni, uzun dönemde (haftalık/yıllık) çalışma sürelerinin azalmasıdır. Örneğin, Grübler ve Ausubel’in (1995) çalışmasına göre İngiltere’de erkeklerin (kadınların) ömür boyunca çalıştıkları süre 1856’da ortalama olarak 149,700 (62,800) saatten 1981’de 88,000 (39,800) saate düşmüştür.6 Yaşam beklentisinin artmasına karşın çalışma süresindeki bu düşüş büyük ölçüde haftalık çalışma süresinin azalmasından ve kısmen de yıllık izin ve tatil sürelerinin artmasından kaynaklamıştır. Bu verilerin gösterdiği gibi, süreç yeniliklerinin istihdam üzerindeki etkisi, işgücü talebinin azalmasından dolayı olumsuz gibi görünse de, süreç yenilikleri, uygun kurumsal yapılanmalar olması durumunda, aslında çalışma sürelerini azaltma potansiyeline sahiptir.

Ürün yeniliklerinin istihdam etkisin genelde olumlu kabul edilmektedir. Yeni ürünler ile yeni piyasalar yaratılmakta, bu piyasaların gereksinim duyduğu işgücüne talep artmaktadır. “Önemli ölçüde geliştirilmiş/iyileştirilmiş” ürün yeniliklerinde ise ürünün niteliği/kalitesi artığı için bu ürünlere olan talep de artmakta, artan talebi karşılamak için istihdamda da bir artış gözlenmektedir. Ürün yeniliğini gerçekleştiren firma daha çok yerel firmalarla rekabet halindeyse, ürün yeniliğinin talebi artırıcı etkisi, yenilik yapmayan firmaların talebini düşüreceği için yenilikçi olmayan firmalarda istihdam kaybı yaşanacaktır. Bir başka deyişle, yenilikçi firmalar, yenilikçi olmayan firmalar pahasına büyüyecektir. Bu olumsuz etkiye karşın net etkinin pozitif olması beklenmektedir. Net etki, rakip firmaların yurt dışı firmalar olması durumunda (örneğin yenilikçi firmanın daha çok ihracat yapması durumunda) daha yüksek olacaktır.

Yeniliklerin işgücünün niteliğine etkisi oldukça tartışmalı bir konudur. Braverman’ın (1974) çalışması bu alanda yapılan araştırmaları önemli ölçüde etkilemiştir. ABD’deki emek süreçlerini kapsamlı bir şekilde izleyen Braverman, artan mekanizasyon ve otomasyonun işgücünde bir kutuplaşmaya yol açtığını, daha nitelikli işler ve üretim sürecinin kontrolü giderek küçülen bir mühendis/yönetici grubunun elinde toplanırken, işgücünün büyük bir kesiminin niteliksiz işgücüne dönüştüğünü etkili bir şekilde göstermiştir. Braverman’dan sonra yapılan (özellikle sosyolojik) çalışmalarda, süreç ve hatta ürün yenilikleri sonucu işgücünün bilgi ve becerisinin artan oranda makinalara (ve günümüzde yazılıma) aktarıldığı, bu nedenle işgücünün önemli bir kesiminin nitelik gerektirmeyen görevler üstlendiği saptanmıştır.

Belirli ürün ve sektörler bazında yapılan çalışmalarda işgücünün kutuplaşması ve işgücü niteliğinin makinalara aktarımının gözlenmesine karşın, uzun dönemde bakıldığında işgücünün niteliğinde bir azalma değil, aksine (eğitim düzeyi gibi genel değişkenler ile ölçüldüğünde) işgücünüm ortalama niteliğinde bir artış gözlenmektedir. Bu çelişkili gibi görünen durum ürün yaşam çevrimi (product life cycle) yaklaşımı ile açıklanabilir.

Utterback ve Abernathy’nin (1978) geliştirdiği ürün yaşam çevrimi yaklaşımına göre bir ürünün yaşam çevrimi dört aşamadan oluşur (Şekil 5).

Şekil 5. Yenilikler ve ürün yaşam çevrimi

yenilik-sekil-5
Kaynak: Utterback’dan (1996) uyarlanmıştır.

İlk aşama, ürünün geliştirilmeye başlandığı fakat ürün niteliklerinin ve standartlarının henüz netleşmediği oluşum aşamasıdır. Bu aşama piyasada talep henüz oluşmaktadır. Piyasaya giren çok sayıda firma kendi tasarımlarının baskın olmasını için çaba gösterir. İlk aşamada çok sayıda (radikal) ürün yeniliği gerçekleştirilir, bu ürün yeniliklerinin önemli bir kısmı uygulanma ve yayılma fırsatı bulamaz.

İkinci aşama, “baskın tasarımın” (dominant design) oluştuğu, bu baskın tasarımı geliştirebilen ve üretebilen firmaların piyasa paylarını artırdığı, diğer firmaların birleşme veya iflas yoluyla piyasadan çekildiği büyüme aşamasıdır. Bu aşamada ürün yenilikleri önemini kaybederken, süreç yenilikleri ve ölçek ekonomileri ile üretim maliyetleri düşürülür, düşen maliyetler piyasanın hızla büyümesini sağlar, üretim miktarı ve istihdam artar.

Üçüncü aşama, piyasanın olgunluğa ulaştığı aşamadır, artırımsal süreç yenilikleri ile maliyetler düşmeye devam eder, fakat piyasa doygunluğa ulaştığı için üretim artışları yavaşlar, istihdamda ve firma sayısında düşüş gözlenir.

Dördüncü aşama, gerileme aşamasıdır. Bu aşamada ürün ve süreçlerin teknolojik potansiyeli tüketilmiş, tüketici talebi tamamen doymuştur. Bu ürünü ikame edebilecek başka yenilikler olması durumunda, piyasanın tamamen yok olması da söz konusu olabilir.

Ürün yaşam çevrimi kapsamında bakıldığında, çevrimin ilk iki aşamasında (oluşum ve büyüme) ürün ve süreç yeniliklerini gerçekleştirebilecek ve yeni teknolojileri kullanabilecek, aynı anda bir kaç görevi yerine getirebilecek (multi-tasking) nitelikli işgücü talebi fazla olacak, fakat ürün ve süreç nitelikleri olgunluğa ulaştıktan sonra işgücünün bilgi ve becerisi makina ve yazılıma transfer edildiği için nitelikli işgücü talebi düşecektir.

Belirli bir ürünün gelişim sürecine bakıldığında, zamanla nitelikli işgücü talebinin azalacağı ve niteliksiz işgücü talebinin artacağı söylenebilir, fakat yeni ürünler nitelikli işgücü talebini artıracağı ve farklı ürün yaşam çevrimleri iç içe geçeceği için uzun dönemde nitelikli işgücü talebi, bu iki etkenden hangisinin baskın olacağına bağlı olarak değişecektir. Bir başka deyişle, yeniliklerin işgücü niteliğine etkisinin olumlu veya olumsuz olacağını öngörmek mümkün değildir.

Yeniliklerin ekonomik ve toplumsal etkilerini en iyi özetleyebilecek kavram, Schumpeter’in yaratıcı yıkım (creative destruction) kavramıdır. Bu kavram, yenilik sürecinde yeni ürün ve süreçlerin gelişeceğini (sürecin yaratıcı kısmı), fakat yeni olanların kaçınılmaz olarak eskinin yerine geçeceğini (sürecin yıkım kısmı) vurgular. Yenilikler sonucu eski ürünler piyasadan çekilecek, eski ürünleri üreten firmalar iflas edecek, eski ürünlere özgü becerilere sahip işçiler işsiz kalacak, bazı durumlarda tüm bir sektör ortadan kalkacak, hatta bu sürece uyum gösteremeyen ülkelerin büyüme tempoları giderek yavaşlayacaktır. Yaratıcı yıkım (yani yenilik) sürecinin yıkıcı etkilerinin insani açıdan olumsuz sonuçlara yol açmaması için, bu süreçten etkilen insanların aktif işgücü piyasası politikaları gibi uygulamalar sonucu yeniliklere (yeni teknolojilere) adaptasyonunun sağlanması gereklidir. Bu doğrultuda kurumsal tedbirler alınmadığı durumda hem yenilik süreci toplumsal sorunlara yol açacak, hem de oluşan tepkilerden dolayı yenilik süreci yavaşlayacaktır.

Yeniliklerin etkileri üzerine yapılan çalışmalarda büyük ölçüde yeniliklerin hızı üzerinde durulmuştur (Yenilik süreci hızlı/yavaş olursa ne olur? ). Fakat yeniliklerin hızı kadar yönü de önemlidir. Örneğin enerji alanında fosil yakıt teknolojilerinin gelişmesi yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı teknolojileri geliştirilmesi, enerji üretimi açısından aynı sonuca yol açabilir, fakat ekonomik ve toplumsal etkileri açısından teknolojinin hangi yönde geliştiği, en az hızı kadar önemlidir.

Teknolojik gelişme ve yenilikler üzerine yapılan çalışmalarda çoğu kez mevcut durumda kullanılan (ve çoğu kez baskın konumda olan) teknolojiler incelenmekte, var olan teknolojilerin seçenekler arasında en iyisi olduğu varsayılmaktadır (“survival of the fittest”). Fakat evrimci yaklaşım, her zaman en iyinin hayatta kalmayabileceğini, seçenekler arasında daha “kötü” olan bir teknolojinin şans gibi pek çok etkiden dolayı baskın olabileceğini ve diğer seçenekleri ortadan kaldırabileceğini göstermiştir.

Pinch ve Bijker’ın (1987) çalışmasından sonra özellikle Teknolojinin Toplumsal Kurulumu (Social Construction of Technology) yaklaşımı tarafından, teknolojik gelişme sürecinde toplumsal süreçlerin ve güç ilişkilerinin etkileri kapsamlı olarak incelenmiştir. Bu araştırmacılar, teknoloji ve yeniliklerin ancak belirli bir toplumsal bağlam içinde anlaşılabileceğini göstermiş, yeniliklerinin yönünün toplumsal ilişkiler tarafından nasıl belirlendiği konusunda pek çok örnek ortaya koymuşlardır. Bu çalışmalar sonucu yeniliklerin sadece bilim adamları ve mühendislerin “teknik” tercihlerine bırakılamayacağı, toplumsal aktörlerin de bu süreçlerde aktif olarak yer alması gerektiği vurgulanmıştır.

6. Yenilik politikaları

6.1. Kuramlar

Yenilik politikalarının gerekçelendirilmesi ve tasarlanmasında iki kuram etkilidir.7

Neo-klasik kuram, tüm ekonomik birimlerin (firmalar ve hanehalkları) rasyonel ve tam bilgiye sahip olduğunu, tek amaçlarının da fayda maksimizasyonu olduğunu varsaymaktadır. Teknolojinin yapısına ilişkin belirli varsayımlar altında, bireylerin ve toplumun refahı, tam rekabetçi piyasalar altında maksimize edilmektedir. Piyasalar tam rekabetçi konumdan uzaklaştığı ölçüde toplumsal refah azalmaktadır.

Bu varsayımlar altında yenilik politikası dahil herhangi bir kamu politikasına gereksinim yoktur. Aksine, tüm piyasaların rekabetçi olduğu durumda, herhangi bir kamu politikası toplumsal refahın azalmasına yol açacaktır, çünkü teknolojik yenilik faaliyetler için gerekli olan kaynaklar tam rekabetçi piyasalar tarafından en etkin bir şekilde tahsis edilecektir.

Özellikle Nelson (1959) ve Arrow’un (1962) çalışmalarından sonra, pek çok neo-klasik iktisatçı, yeniliklerin ve teknolojik bilginin üretilmesinde piyasaların aksayabileceğini (market failure), yani piyasaların bu faaliyetlere toplumsal olarak etkin düzeyde kaynak tahsis edemeyeceğini, bu nedenle kamunun yenilik politikaları yoluyla kaynak tahsis süreçlerini etkilemesi gerektiğini vurgulamıştır.

Neo-klasik yaklaşıma göre yenilik faaliyetlerinde piyasanın aksamasının dört önemli nedeni vardır:

1. Yeniliklerin fiziksel mallardan önemli bir farklılığı, kamusal mal niteliğinin önemli olması, yani dışlanabilirlik (excludability) ve rekabetçilik (rivalry) özelliğinin (güçlü) olmamasıdır. Yeniliklerin bir firmada kullanılması, diğer firmalarda kullanılmasını dışlamadığı gibi yenilik ve yenilikte içerilen bilgi bir defa kullanıldıktan sonra tükenmez, yok olmaz. Hatta, pek çok örnekte olduğu gibi, yeniliklerin ve bilginin yaygınlaşması, kullanılması, en azından yeni bilgilerin üretilmesini kolaylaştırarak kendi değerini artırır.

2. Yenilik faaliyetlerinde piyasanın aksamasının ikinci nedeni, bu faaliyetlere içkin olan belirsizliklerdir. Yenilik faaliyetlerinin teknolojik açıdan başarılı olup/olamayacağına ilişkin teknolojik belirsizlik, teknolojik olarak başarılı olan yeniliklerin kullanıcılar tarafından benimsenip/benimsenmeyeceğine ilişkin piyasa belirsizliği ve diğer üreticilerin daha iyi/farklı yenilikler gerçekleştirerek piyasada tutunup/tutunamayacağına ilişkin ticari belirsizlik yenilik faaliyetlerinin finansmanında sorunlar oluşturmaktadır.

3. Yenilik faaliyetlerinde piyasanın aksamasının üçüncü nedeni, Arrow ikilemi olarak bilinen durumdur. Piyasa mekanizmasının işleyebilmesi için, ekonomik aktörlerin davranışları sonucu fiyatların oluşması ve fiyat hareketlerinin sağladığı bilgiye bağlı olarak kaynakların tahsis edilmesi gereklidir. Bu mekanizmanın çalışabilmesinin ön koşulu olan şeffaflık, yani piyasaya sürülen ürünler hakkında tam bilgi, yenilikler için sağlanmamaktadır, çünkü yenilik ve bilgi piyasalarında şeffaflık olması durumunda, yani herkesin aynı bilgiye sahip olması durumunda bir bilgi alış/verişi gerçekleşemez. Şeffaflık olmaması durumunda, potansiyel müşteriler, yeniliklerin ve bilginin kendileri için yararını değerlendiremeyecekler ve belirli bir talep oluşturamayacaklardır. Bir başka deyişle, bilginin, bilindiği zaman alınmasına gerek kalmaz, bilinmediğinde ise değeri ölçülemez. Bu durumda, yenilikler için piyasalar sığ olacak, piyasa mekanizması etkin olarak çalışamayacaktır.

4. Son olarak, yenilik faaliyetlerinde dışsallıklar önem kazanabilmektedir. Bir firmanın yenilik faaliyeti (yenilik içeren ürünlerin kullanımı, yeniliğin taklit edilmesi, bu faaliyetlerde yetkinleşen personelin başka firmalar tarafından istihdam edilmesi gibi nedenlerle) diğer firmalara olumlu katkıda bulunabilmektedir. Yeniliği yapan firma, yenilik faaliyetinin tüm faydasını elde edememekte, tüketicilere, diğer firmalara ve hatta rakiplerine de yardımcı olmaktadır. Bu durumda, yenilik faaliyetinin özel getirisi, toplumsal getirisinden az olmakta, piyasa mekanizması yenilik faaliyetlerine toplumsal olarak en iyi düzeyde kaynak tahsis edememektedir.

Neo-klasik yaklaşımda, yenilik faaliyetlerinde piyasanın aksamasının iki önemli sonucu vardır. Yeniliklerin ve bilginin kamusal mal özelliği kazanmasından ve ekonomik dışsallıklardan dolayı, bu faaliyetlere yeterli düzeyde kaynak ayrılmayacaktır (eksik yatırım). Ayrıca bu faaliyetlerdeki belirsizliğin fazla olmasından dolayı, finansman maliyeti, toplumsal olarak en iyi duruma göre, daha yüksek olacaktır. Bu sorun, özellikle sermaye piyasasının gelişmediği ülkelerde ve sermaye piyasalarına ulaşması zor olan (küçük ve orta boy) firmalar için önemli bir sorun olacaktır. Bu durumda devletin müdahalesi, yenilik faaliyetlerinde özel getiri oranını toplumsal getiri oranına eşitleyecek şekilde finansal destek sağlanması şeklinde olmalıdır.

Neo-klasik yaklaşımın teknoloji ve yenilik politikalarına ilişkin önerilerinin önemli bir özelliği, genel, “tarafsız” politikaların ön plana çıkarılmasıdır. Neo-klasik iktisatçılar genellikle belirli sektörlere/firmalara/teknolojilere yönelik programları, piyasa mekanizmasının işleyişini çarpıtacağı ve istismar edileceği gerekçesiyle karşı çıkmaktadır.

1980’lerden itibaren etkinliği artan Schumpeterci/evrimci iktisatçılar, neo-klasik yaklaşımın yenilik sürecinin anlaşılması açısından yetersiz olduğunu öne sürmüşlerdir (neo-klasik yaklaşımın kapsamlı bir eleştirisi için bkz. Lundvall, 1999). Neo-klasik yaklaşıma yönelik eleştirileri üç ana başlıkta özetlemek mümkündür.

1. Genel olarak neo-klasik kuramın incelediği temel iktisadi sorun, verili koşullarda kaynak tahsis sürecidir. Bu doğrultuda, teknoloji ve yenilik politikalarına ilişkin neo-klasik öneri, firmaların kaynaklarını ve teknolojik yeteneğini veri olarak alıp, çeşitli teşvik mekanizmaları ile yenilik yapan firmaların Ar-Ge maliyetini düşürerek veya yeniliğin faydalarından daha fazla yararlanmasını sağlayarak bu faaliyetlerin getirisini artırmaktır. Bu anlamda, neo-klasik yaklaşım verili koşulların dönüştürülmesini (örneğin firmaların teknolojik yeteneğinin yükseltilmesini) ihmal etmektedir.

2. Neo-klasik kuramda tam rekabetçi piyasalar, kaynak tahsis sürecinin analizinde mihenk taşı rolünü oynamaktadır. Fakat bu ölçüt yenilik sürecinin incelenmesinde ve değerlendirilmesinde yetersiz kalmaktadır, çünkü firmaların amacı yenilikler sonucu, en azından geçici bir süre, tekelci konumda kalarak tekelci kâr elde etmektir. Fikri mülkiyet hakları, bu tekelci konumu ve tekelci kârları güvence altına almak için çıkarılmıştır.

3. Neo-klasik yaklaşım, teknolojik gelişme sürecini lineer bir süreç olarak, firmaları da birbiriyle etkileşim içinde olmayan aktörler olarak ele almaktadır. Yenilik sürecinde, sadece fiyatlardaki değişim ile gerekli bilginin aktarılamadığı bilinmektedir. Yenilik süreci, firmalar ve diğer ekonomik ve toplumsal aktörler (Ar-Ge kurumları, üniversiteler, finans kuruluşları, vb) arasında piyasa ve piyasa-dışı mekanizmalar aracılığıyla kurulan yoğun bir etkileşim içerisinde gerçekleşmektedir. Yenilik sürecinin anlaşılması sistem yaklaşımını gerektirdiği için, yenilik politikaları da teknoloji sisteminin bütününü göz önüne alarak tasarlanmalıdır. Sistemik özelliklerin daha önem kazandığı bilgiye dayalı çağdaş toplumlarda “piyasanın aksaması” yaklaşımı teknoloji ve yenilik politikası için geçerli değildir.

Evrimci yaklaşımın, neo-klasik yaklaşımdan en önemli farklılığı, ekonomik gelişim sürecinde yenilik ve öğrenme süreçlerini ön plana çıkarmasıdır. Neo-klasik yaklaşım mevcut durumda (firmaların kaynakları ve teknolojik yetenekleri veri iken) kaynak tahsis sürecini incelerken, evrimci yaklaşım firmaların yeni teknolojileri nasıl geliştirdiği ve yeniliklere nasıl uyum sağladığını incelemektedir. Yenilik sürecinde belirsizlik ve tesadüfi etkenler önemli olduğu için, evrimci yaklaşımda analiz birimi, neo-klasik yaklaşımın temsili firmasının aksine, farklı teknolojileri, farklı yetenekleri, farklı örgütlenme yapıları, farklı davranış kuralları olan firmalar ile diğer ekonomik aktörlerin oluşturduğu bir sistemdir. Yenilikler (mutation) çeşitliliği artırırken, rekabetçi baskılar (selection) çeşitliliği azaltıcı bir etkide bulunmaktadır. Bu nedenle çeşitlilik teknolojik gelişme sürecinin hem nedeni, hem de sonucudur.

Evrimci kuram sistem yaklaşımı benimsendiği için, yenilik politikasının amacı iyi işleyen bir ulusal yenilik sisteminin kurulmasıdır. Bu kurama göre yenilik politikasını zorunlu kılan neden, piyasanın aksaması değiş, sistemin aksamasıdır.

6.2. Yaklaşımlar

Neo-klasik ve evrimci yaklaşımlar farklı nedenlerle de olsa kamu tarafından (belirli koşullar altında) yenilik politikası uygulanmasının gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Kısaca tanımlamak gerekirse, yenilik politikası, yenilik sürecinin hızını ve yönünü etkilemeye yönelik politikalardır.

Yenilik politikalarının tasarımında farklı yaklaşımlar kullanılabilmektedir. Bu yaklaşımları, sorun-odaklı ve gelecek-odaklı olarak iki gruba ayırmak mümkündür.

Sorun-odaklı politika tasarımı yaklaşımında, (ulusal düzeyde) yenilik sürecinin etkili şekilde işlemesini engelleyen sorunlar tespit edilerek, bu sorunları çözmeye yönelik politikalar tasarlanır. Sorun-odaklı yaklaşımı da spesifik ve sistematik olarak ilk alt-gruba ayırabiliriz.8

Spesifik sorun-odaklı yaklaşım, karar ağacı (decision tree) yöntemi izleyerek sorunun kök nedenlerini tespit etmeye çalışır (bkz. Hausmann, Rodrik and Velasco, 2007). Örneğin KOBİ’lerin yeteri kadar yenilikçi olmadığı düşünülüyorsa, Tablo 1’deki hipotetik örnekte olduğu gibi, “KOBİ’ler yeteri kadar yenilikçi değil” hipotezi “neden?” soruları ile açılarak sorunun kök nedenine ulaşılır.

Tablo 1. Spesifik sorun-odaklı yaklaşım: Bir örnek


KOBİ’ler yenilikçi değil

  • KOBİ’ler yenilik gerçekleştirmiyorlar
    • KOBİ’lerin yenilik gerçekleştirme ihtiyacı yok
      • Yenilik faaliyetleri kârlı değil
      • Diğer faaliyetler daha kârlı
    • KOBİ’ler yenilik faaliyetlerinin kazancını öngeremiyor
      • KOBİ’ler teknolojik gelişmeler konusunda yeterli bilgiye sahip değil
      • KOBİ’ler piyasa koşulları konusunda yeterli bilgiye sahip değil
  • KOBİ’ler yenilik gerçekleştiremiyorlar
    • KOBİ’lerin yenilikler için gerekli finansman kaynakları yok
    • KOBİ’lerin yenilikler için gerekli insan kaynağı yok
  • KOBİ’ler yenilik gerçekleştiriyorlar fakat uygulayamıyorlar
    • KOBİ’ler yenilikleri yaygın olarak kullanacakları yatırımı yapamıyorlar
    • KOBİ’ler büyük firmaların piyasa gücü nedeni ile yeni ürünlerini dağıtamıyorlar

Sistemik sorun-odaklı yaklaşımın temel kavramı sistemik sorunlardır (Edquist, 2011; Lee, 2013). Bu yaklaşım, tanılayıcı analiz (diagnostic analysis) ile sistemik sorunları ve bu sorunların nedenlerini tespit etmeye çalışır. Sistemik sorun-odaklı yaklaşım, spesifik sorun-odaklı yaklaşım gibi mevcut sorunları tespit etmeye yöneliktir, fakat bu yaklaşımda tekil sorunlar değil, sistemin işleyişindeki sorunlara ağırlık verilir. Örneğin bu yaklaşımda “piyasanın aksaması” kavramı kullanılmaz, çünkü bu kavram mevcut yenilik sistemi ile (tam rekabetçi piyasalar altındaki) optimum yenilik sisteminin karşılaştırılmasına dayanır fakat optimum yenilik sistemini tanımlamak mümkün olmadığı için “piyasanın aksaması” kavramı yenilik politikası tasarımı için geçerli değildir.

Sistemik sorun-odaklı yaklaşım bir politika sorunu ile başlar (örneğin “yenilik sisteminin performansının yetersiz olması”). Sonra bu sorunu ölçecek göstergeler tespit edilir (yenilik yoğunluğu) ve bu göstergeler operasyonel hale getirilir (artımsal yenilikler, radikal yenilikler, sektörler, vb). Bu göstergeler temelinde yenilik sisteminin hangi tip yeniliklerde ve hangi sektörlerde/bölgelerde/teknolojik sistemlerde performansının yetersiz olduğu anlaşılır. Sorunların nedenlerini tespit etmek için yenilik sistemindeki faaliyetler ile sorunlar arasındaki ilişkiler analiz edilir. Bu analizler, optimum yenilik sistemi olmadığı için, mevcut yenilik sisteminin tarihsel gelişimi içerisinde kendisiyle ve mevcut yenilik sistemini başka yenilik sistemleri ile karşılaştırarak yapılır, bu analizlerden sonra politika önerileri geliştirilir.

Gelecek-odaklı politika tasarımı yaklaşımında başlangıç noktası mevcut tekil veya sistemik sorunlar değildir. Gelecek-odaklı yaklaşımda, gelecekte ulaşılmak istenilen konuma yönelik olarak politika tasarlanır. Bu anlamda gelecek-odaklı politika tasarımı pro-aktif bir politikadır.

Gelecek-odaklı politika tasarımı da iki alt gruba ayrılabilir.

İstikşafi gelecek-odaklı (exploratory future-oriented) politika tasarımında politik, ekonomik, toplumsal ve teknolojik eğilimler analiz edilir, bu eğilimler sonucu farklı gelecek senaryoları oluşturulur, “en iyi” senaryonun gerçekleşme olasılığını artıracak veya “en kötü” senaryonun gerçekleşme olasılığını azaltacak politikalar tasarlanır (örneğin, bkz. Rand Europe, 1998). Bu yaklaşımda özellikle teknolojilerin gelecekte nasıl gelişeceğine yönelik olarak tarihsel veriler kullanılarak teknoloji tahminleri (technological forecasting) yapılır.

Normatif gelecek-odaklı (normative future-oriented) yaklaşım, istikşafi yaklaşıma benzemekle birlikte, burada mevcut eğilimler temelinde gelecek senaryoları oluşturulmaz. Bu yaklaşımda da mevcut trendler analiz edilir, fakat bu analizler olası geleceklerin tespit edilmesi için değil, istenilen geleceğe nasıl ulaşılacağını belirlemek için kullanılır. Bir başka deyişle, istikşafi gelecek-odaklı yaklaşımda bugünden başlanıp geleceğin nasıl olabileceği tahmin edilir, normatif gelecek-odaklı yaklaşımda ise önce gelecekte nasıl bir noktaya ulaşılmak istendiği belirlenir, sonra bu geleceğe ulaşmak için eğilimlerin nasıl dönüştürülmesi gerektiği değerlendirilir. Bir anlamda istikşafi yaklaşım mevcut eğilimlere uyum sağlamaya yönelikken, normatif yaklaşım geleceği şekillendirmeye yöneliktir. Bu nedenle istikşafi yaklaşımda tahmin (forecasting) yönetimi kullanılırken, normatif yaklaşımda öngörü (foresight) yöntemleri kullanılır (öngörü çalışmaları konusunda bir değerlendirme için bkz. Havas, Schartinger ve Weber, 2010). Normatif gelecek-odaklı yaklaşım konusunda 2000’li yılların başlarında TÜBİTAK tarafından gerçekleştirilen Vizyon 2023 çalışması örnek olarak gösterilebilir (Saritas, Taymaz and Tumer, 2007).

Normatif yaklaşımların en önemli özelliği, politika tercihlerinin şeffaf bir şekilde ortaya konulması ve toplumun tüm kesimlerinin kendi tercihlerini ve taleplerini politika tasarımı sürecine yansıtabilmesidir.

6.3. Araçlar

Yukarıda belirtildiği gibi pek çok yenilikte kamusal mal niteliğinin önemli olması, dışsallıklar, belirsizl ve riskler ve bilgi asimetrisi gibi sorunlar nedeniyle yenilikçi firmalar gerçekleştirdikleri yeniliklerin tüm getirisini alamamaktadır. Yeniliklerin özel getirisinin toplumsal getirisinden daha düşük olduğu, bu nedenle yenilik faaliyetlerine eksik-yatırım (under investment) yapılacağı pek çok kuramsal ve ampirik çalışmada gösterilmiştir.9

Genel kabul gören bu yaklaşıma göre, piyasanın aksamasına yol açan bu sorunlardan dolayı devlet yeniliklerin özel getirisini artıracak politikalar izlemelidir.

Yeniliklerin özel getirisini artırmaya yönelik ilk politika fikri mülkiyet hakları politikalarıdır. Patent korumasında olduğu gibi yenilik yapanlara, yeniliklerin sonuçlarını kullanmak üzere yasal olarak (belirli bir süre) tekel hakkı tanınmaktadır. Piyasalarda tekellerin oluşmasının ekonomik performansı olumsuz etkileyeceği de söylenmekle birlikte, yenilikler üzerindeki geçici tekel hakkının yeniliklerin yapılmasını teşvik ederek uzun dönemde ekonomik performans üzerinde olumlu etkiye sahip olacağı düşünülmektedir.

Yeniliklerin özel getirisini artırmaya yönelik en yaygın olarak kullanılan politika aracı, Ar-Ge faaliyetlerine teşvikler verilmesidir. Bu politika aracı hemen hemen tüm devletler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır ve devlet yardımlarını kısıtlayan uluslaraarası anlaşmalarda bir istisna olarak kabul edilmektedir. Ar-Ge faaliyetlerine uygulanan teşvikler sonucu yeniliklerin özel maliyeti düşürülmekte, böylece özel getirinin artması ve toplumsal getiriye yaklaşması sağlanmaktadır (optimum teşvik düzeyi, özel getiriyi toplumsal getiriye eşitleyecek destek miktarıdır).

Ar-Ge faaliyetlerine destekler yatay ve düşey olabilir. Herhangi bir kısıt konulmaksızın tüm Ar-Ge yapanlara teşvik verilmesi yatay destek olarak tanımlanırken, seçilen sektörlerde veya teknoloji alanlarında teşviklerin verilmesi düşey teşvik olarak adlandırılmaktadır.

Ar-Ge teşvikleri vergisel (Ar-Ge harcamalarının vergiden düşülmesi, kurumlar vergisi ve gelir vergisi istisnaları, Ar-Ge personeli için sosyal güvenlik primlerinde indirimler, vb) veya doğrudan mali destek biçiminde olabilir. Mali destekler koşulsuz bağış, koşullu bağış (yenilikten gelir elde edilmesi durumunda desteğin geri ödenmesi) ve kredi biçimlerinde olabilir. OECD ülkelerinin genelinde vergisel ve koşulsuz bağış şeklinde Ar-Ge destekleri yaygın olarak kullanılmakta, kamu desteği Ar-Ge harcamalarının %50’sine ulaşabilmektedir. Bir başka deyişle Ar-Ge faaliyetlerine 100 TL ayıran bir firma, bunun yaklaşık yarısını devletten Ar-Ge teşviki olarak geri alabilmektedir.

Firmalara yönelik Ar-Ge teşviklerine ek olarak, özellikle sistem yaklaşımını benimseyen araştırmacılar ve politika yapıcıları tarafından, ulusal yenilik sistemi kurumlarının oluşturulması ve bu kurumlar arasında etkileşimin sağlanmasına yönelik politika araçları da önerilmektedir. Örneğin kamu araştırma merkezleri ve üniversitelerde Ar-Ge faaliyetleri yapılarak üretilen bilgi ve yeniliklerin kamuya sunulması, nitelikli bilim insanı ve araştırmacı yetiştirilmesi, teknoparklar ve kuluçkalıklar gibi araçlarla kümelenmenin desteklenmesi, standartların belirlenmesi, özel firmalara kalibrasyon ve test hizmetlerinin sunulması, teknoloji transferinin desteklenmesi, özellikle KOBİ’lere yönelik teknolojik destek programları, kamu satın alma politikalarıyla yeniliklerin özendirilmesi gibi çok çeşitli araçlar kullanılmaktadır (bu konuda örnekler için bkz. World Bank, 2010; UNCTAD, 2015).

6.4. Sorunlar

1970’lerden günümüze yeniliklerin teşvik edilmesine yönelik politikalar büyük ölçüde arz yönlü olmuş, bir başka deyişle doğrudan yenilik arzını desteklemiştir. Yenilik politikalarının arz yönlü olmasının önemli bir nedeni teknolojik yenilik sürecine ilişkin lineer bakış açısının hala politika yapıcıları tarafından (en azından örtük olarak) benimsenmesidir. Ayrıca, neo-klasik kuramın piyasaların aksaması tezi de önemli ölçüde etkili olmuş, yeniliklerin özel getirisinin yükseltilmesi için yenilik arzını teşvik eden politikalar benimsenmiştir. Evrimci/Schumpeterci iktisatçıların yenilik sistemi yaklaşımları, bu politikaları zenginleştirmesine karşın, pratikte önerilen politikalar yenilikçi firmalar için “iş ortamının kolaylaştırılması” düzeyinde kalmış ve yine arz yönlü olmuştur. Son olarak, yenilik politikaları uzun bir dönem yeniliklerin ve teknolojik gelişme hızının artırılmasına öncelik vermiş, yeniliklerin yönü (hangi yeniliklerin gerçekleştirildiği) ikincil planda kalmıştır (benzer bir değerlendirme için bkz Edquist, 2015).

Son 10 yıllık dönemde, talep yönlü politikaların da artan ölçüde gündeme geldiği gözlenmektedir. Talep yönlü politikaların, yani yenilik talebi oluşturarak yeniliklerin hızı ve yönünün etkilenmesine yönelik politikaların son yıllarda daha fazla gündeme gelmesinin iki nedeni vardır.10

İlk olarak, teşviklerinin çeşitliliği ve kapsamına karşın özellikle AB ülkelerinde arz yönlü politikaların etkinliği kısıtlı olmuştur. İkinci olarak arz yönlü politikalar yenilik sürecinin önemli toplumsal ve çevresel sorunların çözümüne yönelik olmasını sağlayamamıştır (Edquist, 2015; Guerzonia ve Raiteria, 2015).

Arz yönlü politikaların yenilik sürecini toplumsal açıdan önemli (toplumsal getirisi yüksek) alanlara doğru yönlendirememesinin nedeni bu politikaların tasarımından kaynaklanmaktadır. Çünkü arz yönlü politikalar, teşvik miktarı ne olursa olsun her zaman özel getirisi yüksek olan alanlarda yenilik faaliyetlerinin yürütülmesini destekler. Bu durum, Şekil 6’daki basit örnek ile gösterilebilir. Mevcut teknolojik ve bilimsel bilgi birikimi çerçevesinde firmaların gerçekleştirebileceği 9 proje olduğunu ve bu projelerden H ve I’nin tüm toplumu doğrudan etkileyen ve bu nedenle toplumsal getirisi çok yüksek olan çevre projeleri olduğunu varsayalım. Şekilde projeler özel getirilerine göre sıralanmıştır.

 

Şekil 6. Yenilik projelerinin seçimi

yenilik-sekil-6

Tüm yenilik projelerinin özel maliyeti 10 birim iken, firmalar sadece net özel getirisi (özel getiri – özel maliyet) pozitif olan A ve B projelerini gerçekleştirecektir. Arz yönlü politikalar ile (örneğin Ar-Ge destekleri ile) özel maliyetin 7 birime düşürüldüğünü varsayalım. Bu durumda firmalar yine net getirisi en yüksek olan A, B, C ve D projelerini gerçekleştirecektir. H ve I projeleri en yüksek toplumsal getiriye sahip olmasına karşın, bu projelerin sadece arz yönlü politikalar ile gerçekleştirilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu teknolojilerin geliştirilmesi (örneğin çevre-dostu yeniliklerin gerçekleştirilmesi) ancak ya kamu kuruluşları tarafından araştırma faaliyetlerinin yürütülmesi, ya da kamunun (satın alma politikası gibi) talep yönlü politikalar uygulaması ile mümkün olacaktır.

İnsanlık günümüzde iklim değişikliği, yoksulluk, nüfusun yaşlanması, genç işsizlik, kıtlık ve aşırı şişmanlık, tedavisi olmayan salgın hastalıklar gibi gerçek ve potansiyel sorunlarla karşı karşıyadır. Büyük ölçüde son 200 yıllık dönemde geliştirilen teknolojilerin yarattığı bu sorunlar, tüm insanlığı tehdit edecek boyuttadır.

Bu sorunların pek çoğunun çözümünde yenilikler önemli bir rol oynayacaktır. Fakat yenilikler yoluyla bu sorunların aşılabilmesi için yenilik politikalarının, normatif gelecek-odaklı bir yaklaşımla ve yeniliklerin yönünü değiştirecek şekilde uygulanması gereklidir. Sürdürülebilir büyüme (sustainable growth), yeşil büyüme (green growth) ve kapsayıcı büyüme (inclusive growth) gibi kavramlar toplum tarafından nasıl bir geleceğin istendiğini göstermektedir. Büyük ölçekli kamu yatırımları ve satın alma politikalarına dayalı yenilik politikaları bu istenilen geleceklere ulaşılmasına katkıda bulunabilir (yenilik politikalarının üstlenmesi gereken rol konusunda bkz. Mazzucato, 2013; Mazzucato ve Perez, 2014).

7. Türkiye ve yenilikçilik

Uzun dönemli ekonomik büyüme ve rekabet gücünün kazanılması açısından yenilik faaliyetleri son derece önemlidir. Yenilik faaliyetleri açısından bakıldığında Türkiye’nin konumu nedir ve nasıl değişmektedir?11

Yenilik çok boyutlu bir kavram olduğu ve farklı metriklerin farklı üstünlükleri/zayıflıkları olduğu için bu bölümde yeniliklere ilişkin iki temel gösterge kullanılmıştır: Ar-Ge ve patent istatistikleri.

Şekil 7’da Türkiye, Kore, Çin, ABD, AB (28 ülke) ve OECD ülkelerinde 2000-214 yıllarında GSYİH içinde Ar-Ge harcamalarının oranı (Ar-Ge yoğunluğu) görülmektedir. Türkiye’nin Ar-Ge yoğunluğu tedrici bir şekilde artarak yaklaşık %0.5’den %1.0’e ulaşmıştır. Bu artış, diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında hala çok düşük düzeydedir. AB, ABD ve OECD ülkelerinde bu oran %2-2.8 arasındadır. Karşılaştırma amacıyla Türkiye için Kore ve Çin’in daha anlamlı olacağı düşünülebilir. 1960’ların sonlarından itibaren çok hızlı bir büyüme temposu yakalayan Kore’nin Ar-Ge yoğunluğu da hızla artmış ve 2012’de %4’ü geçmiştir. Son 50 yıllık dönemde dünyada en hızlı büyüyen ülkelerden biri olan Kore’nin bu başarısında, orta ve yüksek-teknolojili sektörlere doğru hızlı bir yapısal dönüşüm gerçekleştirmesi ve buna paralel olarak Ar-Ge yoğunluğunu artırması önemli bir rol oynamıştır.

 

Şekil 7. GSYİH içinde Ar-Ge harcamalarının payı

yenilik-sekil-7
Kaynak: OECD, Main Science and Technology Indicators

2005’de satın alma gücü paritesine göre kişi başına milli geliri Türkiye’nin yarısından az olan Çin’de Ar-Ge yoğunluğu Türkiye’nin yaklaşık iki katıydı. Buna karşın Çin’in Ar-Ge yoğunluğu bu dönemde hızla artarak 2014’de %2’yi aşmıştır.

Ar-Ge yoğunluğu kadar, Ar-Ge harcamalarının ne kadarının özel sektör tarafından gerçekleştirildiği önemlidir. Çünkü üniversitelerin Ar-Ge faaliyeti gerçekleştirdiği varsayıldığından, tanım gereği üniversite bütçelerinin önemli bir kısmı Ar-Ge harcaması olarak kabul edilmektedir.

 

Şekil 8. Ar-Ge harcamaları içerisinde özel sektörün payı

yenilik-sekil-8
Kaynak: OECD, Main Science and Technology Indicators

Şekil 8’de özel sektörün Ar-Ge faaliyetlerinin ne kadarını gerçekleştirdiği görülmektedir. Türkiye’de bu oran 2001 krizinden sonra düşmüş, 2003’den sonra hızla artarak 2014’de %50’yi geçmiştir. AB, ABD, Kore, Çin ve OECD ülkelerinde ise özel sektörün payı tüm dönem boyunca %60’ın üzerinde olmuştur.

Ar-Ge faaliyetleri yenilik sürecinin önemli bir girdisini oluşturmakla birlikte, tüm Ar-Ge faaliyetlerinin amacı yenilik gerçekleştirmek değildir. Bu nedenle ülkelerin yenilikçi performansları açısından patent verileri daha iyi bir karşılaştırma yapma olanağı sunmaktadır.

OECD tarafından ülkeler arası karşılaştırma yapılması amacıyla üçlü (triadic) patent verileri derlenmektedir. Firmalar genellikle patent başvurularını önce faaliyet gösterdikleri ülkede yapmakta, rüçhan hakkını kullanarak bir yıl içerisinde patent hakkını almak istedikleri bölgelere/ülkelere başvurmaktadır. Bu sayede patentin koruma süresi fiilen 21 yıla çıkarılmaktadır. “Üçlü patent”, AB ve Japonya’da patent başvurusu yapılan ve ABD’de patent hakkı alınan yenilikleri tanımlamaktadır. Bu üç bölge dünyanın en büyük ekonomilerini oluşturduğu için, “önemli” yenilik sahiplerinin bu üç bölgede de patent başvurusunda bulunacağı varsayılmaktadır. Bu nedenle “üçlü patent” hem koruma altına alınan yeniliğin “önemli” olduğunu göstermekte, hem de “ülke yanlılığı” (home bias) denilen yenilik yapan firmaların önce kendi ülkelerinde patent başvurusunda bulunmasından kaynaklanan yanlılığı azaltmaktadır.

 

Şekil 9. Üçlü (triadic) patentleri içinde ülke payları

yenilik-sekil-9
Kaynak: OECD, Main Science and Technology Indicators

 

Şekil 10. Üçlü (triadic) patent sayıları

yenilik-sekil-10
Kaynak: OECD, Main Science and Technology Indicators

Şekil 9’de dünyadaki tüm üçlü patentler içinde Türkiye, Çin ve Kore kaynaklı patentlerin payı görülmektedir (ABD ve AB’nin payları 2000’de yaklaşık %30’lardan 2014’de %25’lere düşmüştür). Kore ve Çin’in üçlü patenler içindeki payı hızlı bir şekilde artarak 2014’de, sırasıyla, yaklaşık %5.5 ve %3.5’a ulaşmıştır. Türkiye’nin payı kısmen artmakla birlikte hala ihmal edilebilir bir orandadır.

Türkiye’nin üçlü patentler içindeki payı çok düşük olduğu için, bu üç ülkenin üçlü patent sayıları Şekil 10’da sunulmuştur. Patent sayıları logaritmik ölçekte verildiği için, patent sayısı eğrilerinin eğilimi büyüme hızını vermektedir. Türkiye’nin üçlü patent sayısı 2000’de 100’ün altındayken, 2014’e kadar hızlı bir artış göstermiştir. Fakat bu gelişmeye karşın 2014’de Türkiye kaynaklı üçlü patent sayısı hala 1000’in altındadır. Çin ve Kore’de üçlü patent sayıları hızla artmış ve her iki ülkede de 2010 yılında 10000’i aşmıştır.

Patent sayısına ilişkin veriler, Türkiye’nin yenilikçi performansında bir gelişme olduğunu, fakat mevcut durumda hala çok yetersiz bir düzeyde kaldığını göstermektedir. Türkiye’nin yenilikçi performansının gelişmesi için yapısal dönüşümü hedefleyen sanayi politikaları ile yenilik politikalarının tutarlı bir şekilde tasarlanması ve sürekli bir şekilde uygulanması gereklidir. Bu doğrultuda uygulanacak yenilik politikalarında, talep yönlü politika araçlarının da etkin bir şekilde kullanılması gerekmektedir.

Kaynaklar

Akalın, Şükrü Halûk (2007), “Innovation, İnovasyon: Yenileşim”, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi (93/666): 483-486.

Archibugi, D (1992), “Patenting as an Indicator of Technological Innovation: A Review”, Science and Public Policy (19): 357-368.

Arıkan, C., Akyos, M., Durgut, M. ve Göker, A. (2003), Ulusal İnovasyon Sistemi, İstanbul: TÜSİAD.

Arnold, E., Farla, K., Kolarz, P. ve Porau, X. (2014), The Case for Public Support of Innovation, Londra: Department for Business Innovation and Skills and Technopolis.

Arrow, K. (1962), “Economic Welfare and the Allocation of Resources for Invention”, R.R. Nelson (der.), The Rate and Direction of Inventive Activity içinde, Princeton, NJ: Princeton University Press.

Braverman, H. (1974), Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century, New York: Monthly Review Press.

Bush, Vannevar (1960) [1945], Science: The Endless Frontier. A Report to the President on a Program for Postwar Scientific Research, Washington, DC: NSF.

Carlsson, B. ve Stankiewicz, R. (1991), “On the Nature, Function and Composition of Technological Systems”, Journal of Evolutionary Economics (1): 93-118.

Cook, P., Uranga, M.G. ve Etxebarria, G. (1998), “Regional Systems of Innovation: An Evolutionary Perspective”, Environment and Planning A (30): 1563-1584.

Cook, P. ve Memedovic, O. (2003), Strategies for Regional Innovation Systems: Learning Transfer and Applications, Viyana: UNIDO.

Edquist, C. (2011), “Design of Innovation Policy through Diagnostic Analysis: Identification of Systemic Problems (or Failures)”, Industrial and Corporate Change (20): 1725–1753.

Edquist, C. (2015), “Innovation-related Public Procurement as a Demand-oriented Innovation Policy Instrument”, Papers in Innovation Studies No 2015/28, Lund: CIRCLE – Center for Innovation, Research and Competences in the Learning Economy, Lund University.

European Commission (2015), Supply and Demand Side Innovation Policies, Brussels: EU.

Freeman, C. (1987), Technology Policy and Economic Performance – Lessons from Japan, Londra ve New York: Pinter Publishers.

Freeman, C. (1988), “Japan: A new National Innovation Systems?”, G. Dosi, C. Freeman, R.R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (der.), Technology and Economic Theory içinde, Londra: Pinter Publishers.

Freeman, C. ve Perez, C. (1988), “Structural Crises of Adjustment”, G.Dosi vd. (der.), Technical Change and Economic Theory içinde, Londra: Pinter, ss. 38-66.

Godin, Benoît (2008), Innovation: A Category, Project on the Intellectual History of Innovation Working Paper No. 1, Montreal.

Godin, Benoît (2015), Innovation: A Conceptual History of an Anonymous Concept, Project on the Intellectual History of Innovation Working Paper No. 21, Montreal.

Guerzonia, M. ve Raiteria, E. (2015), “Demand-side vs. Supply-side Technology Policies: Hidden Treatment and New Empirical Evidence on the Policy Mix”, Research Policy (44): 726-747.

Grübler, A. ve Ausubel, J.H. (1995), “Working Less and Living Longer: Long-term Trends in Working Time and Time Budgets”, Technological Forecasting and Social Change (50): 113-131.

Hausmann, R., Rodrik, D. and Velasco, A. (2007), ‘‘Growth Diagnostics,’’ D. Rodrik (der.), One Economics, Many Recipes: Globalization, Institutions, and Economic Growth içinde, Princeton, NJ: Princeton University Press.

Havas, A., Schartinger, D. ve Weber, M. (2010), “The Impact of Foresight on Innovation Policy-making: Recent Experiences and Future Perspectives”, Research Evaluation (19): 91-104.

Hong, S., Oxley, L. ve McCann, P. (2012), “A Survey of the Innovation Surveys”, Journal of Economic Surveys (26): 420-444.

Henderson, R.M. ve Clark, K.B. (1990), “Architectural Innovation: The Reconfiguration of Existing Product Technologies and the Failure of Established Firms”, Administrative Science Quarterly (35): 9-30.

Kline, S.J. ve N. Rosenberg (1986), “An Overview of Innovation”, R. Landau ve N. Rosenberg (der.), The Positive Sum Strategy: Harnessing Technology for Economic Growth içinde, Washington DC: National Academies Press, ss. 275–305.

Kuhn, Thomas S. (1962), The Structure of Scientific Revolutions, Chicago: University of Chicago Press.

Lee, K. (2013), Schumpeterian Analysis of Economic Catch-up Knowledge, Path-Creation, and the Middle-Income Trap, Cambridge University Press.

Lundvall, B-Å. (1988), “Innovation as an Interactive Process: From User-producer Interaction to the National Innovation Systems”, G. Dosi, C. Freeman, R.R. Nelson, G. Silverberg ve L. Soete (der.), Technology and Economic Theory içinde, Londra: Pinter Publishers.

Lundvall, B-Å. (der.) (1992), National Innovation Systems: Towards a Theory of Innovation and Interactive Learning, Londra: Pinter.

Lundvall, B-Å. (1999), “Technology Policy in the Learning Economy”, D. Archibugi, J. Howells ve J. Michie (der.), Innovation Policy in a Global Economy içinde, Cambridge: Cambridge University Press, ss. 19-34.

Mansfield, M., Rapoport, J., Romeo, A., Wagner, S. ve Beardsley, G. (1977), “Social and Private Rates of Return from Industrial Innovations”, Quarterly Journal of Economics (91): 221-240.

Mazzucato, M. (2013),The Entrepreneurial State: Debunking Public vs. Private Sector Myths, Londra: Anthem Press.

Mazzucato, M. and Perez, C. (2014), Innovation as Growth Policy: The Challenge for Europe, SPRU Working Papers 2014-13, Sussex: SPRU, University of Sussex.

Mohnen, P. ve Hall, B. (2013), “Innovation and Productivity: An Update”, Eurasian Business Review (3): 47-65.

Nelson, R.R. (1959), “Simple Economics of Basic Scientific Research”, Journal of Political Economy (67): 297-306.

Nelson, R.R. (der.) (1993), National Systems of Innovation: A comparative Study, Oxford: Oxford University Press.

Nelson, R.R., ve Winter, S.G. (1982), An Evolutionary Theory of Economic Change, Belknap Press, Cambridge, Mass. ve Londra.

OECD (1997), National Innovation Systems, Paris: OECD.

OECD (2002) [1963/1994], Frascati Kılavuzu: Araştırma ve Deneysel Geliştirme Taramaları için Önerilen Standart Uygulama, Ankara: TÜBİTAK.

OECD ve Eurostat (2006) [1992/2005], Oslo Kılavuzu: Yenilik Verilerinin Toplanması ve Yorumlanması için İlkeler (3. baskı), Ankara: TUBİTAK.

Pinch, T. ve Bijker, W. (1987), “The Social Construction of Facts and Artifacts: Or How the Sociology of Science and the Sociology of Technology might Benefit Each Other”, W. Bijker, T.Hughes ve T. Pinch (der.), The Social Construction of Technological Systems: New Directions in the Sociology and History of Technology içinde, Cambridge, MA: MIT Press, ss. 17-50.

Rand Europe (1998), Technology Radar: Main Report and Executive Summary, The Hague: Ministry of Economic Affairs, The Netherlands.

REF (2014), Ulusal İnovasyon Girişimi 2006-2013 Dönemi Değerlendirme Raporu, İstanbul: TÜSİAD-Sabancı Üniversitesi Rekabet Forumu (REF).

Rosenberg, N. (1994), Exploring the Black Box: Technology, Economics and History. New York: Cambridge University Press.

Saritas, O., Taymaz, E. ve Tumer, T. (2007), “Vision 2023: Turkey’s National Technology Foresight Program – A Contextualist Description and Analysis”, Technological Forecasting and Social Change (74): 1374-1393.

Schumpeter, Joseph A. (1983) [1934], The Theory of Economic Development: An Inquiry into Profits, Capital, Credit, Interest, and the Business Cycle, New Brunswick, New Jersey: Transaction Books (translated from the 1911 original German, Theorie der wirtschaftlichen Entwicklung).

Schumpeter, Joseph A. (2014) [1942], Capitalism, Socialism and Democracy (2. baskı.), Floyd, Virginia: Impact Books.

Taymaz, E. (2001), Ulusal Yenilik Sistemi: Türkiye İmalat Sanayiinde Teknolojik Değişim ve Yenilik Süreçleri, Ankara: TÜBİTAK/TTGV/DİE.

UNCTAD (2015), Technology and Innovation Report 2015: Fostering Innovation Policies for Industrial Development, Vienna: UNCTAD.

Utterback, J. M. (1996), Mastering the Dynamics of Innovation, Boston MA: Harvard Business School Press.

Utterback, J. M. ve Abernathy, W. J. (1978), “Dynamic Model of Process and Product Innovation”, Omega – International Journal of Management Science (3): 639-656.

Vivarelli, M. (1995), The Economics of Technology and Employment, Aldershot: Edward Elgar Publishing.

Vivarelli, M. (2014), “Innovation, Employment and Skills in Advanced and Developing Countries: A Survey of Economic Literature”, Journal of Economic Issues (48): 123-154.

World Bank (2010), Innovation Policy: A Guide for Developing Countries, Washington DC: World Bank.

Notlar

1 Oslo Kılavuzu’nun TÜBİTAK tarafından yayımlanan Türkçe tercümesinde de “innovation” kavramı için “yenilik” kullanılmıştır.

2 Google Books veri tabanı yaklaşık 5 milyon kitabı kapsamaktadır. Şekillerdeki sayılar, bu kitaplarda kullanılan tüm sözcükler içerisinde ilgili sözcüklerin kullanım sıklığını göstermektedir. Şekil 1 ve Şekil 2’de kullanılan veriler, rahat okunması için, 106 ve 108 ile çarpılmış ve 3-yıllık düzleme kullanılmıştır. Arama sonuçları büyük-küçük harfe duyarlı değildir.

3 Türkiye’de 2004’den başlayarak 2-yılda bir TÜİK tarafından yenilik anketi yapılmıştır. Ankette son 3 yıl içerisindeki yenilik faaliyetlerine ilişkin bilgi derlenmektedir. Anket, sektör ve işyeri büyüklüğüne göre seçilen girişimlere uygulanmaktadır.

4 “Teknolojik devrim” ve “tekno-ekonomik paradigma” kavramlarının Kuhn’un “bilimsel devrim” ve “bilimsel paradigma” kavramlarından türetildiği Freeman ve Perez tarafından da belirtilmiştir (bkz. Kuhn, 1962).

5 Sermaye üretkenliği (çıktı/sermaye stoğu oranı) ise uzun dönemlerde artış veya düşüşler gösterebilmektedir.

6 Yaşam beklentisindeki artış sonucu 1856’dan 1931’e kadar erkeklerin işgücünde olma süresi artmış, fakat işe başlama yaşının tedrici olarak artmasıyla 1931’den 1981’e kadar düşmüştür. Kadınların işgücünde olma süresi ise, işgücüne katılım oranlarının artmasından dolayı her iki dönemde de artmıştır. Bu etkiye karşın haftalık çalışma süresindeki düşme, ömür boyunca çalışan sürenin azalmasını sağlamıştır.

7 Bu bölüm büyük ölçüde Taymaz’dan (2001: 5-23) alınmıştır.

8 Piyasa ve sistem aksamalarına ilişkin kapsamlı bir çalışma için bkz. Arnold, Farla, Kolarz ve Porau (2014).

9 Bu konuda ilk ampirik çalışmalar Mansfield ve arkadaşları tarafından yapılmıştır (bkz. Mansfield, vd., 1977).

10 Talep yönlü politikalar artık AB’nin de gündeminde yer almaktadır. Avrupa Komisyonu 2012 yılında talep yönlü politikalar ile yeniliklerin desteklenmesine yönelik Eylem Planı’nı kabul etmiştir (bkz. European Commission, 2015).

11 Türkiye’de 2006-2013 dönemindeki gelişmelere ilişkin çok kapsamlı bir çalışma için bkz. REF (2014).

Tagged ,