kan portakalı

Konuşmama kararı aldım. Bunu kimse fark etmedi, ziyanı yok. Bakkaldan bir şey alırken fiyatını bilmiyorsam -tahmini- değeri daha fazla olan bir kağıt para uzatıyorum. Bakkalda bazı şeylerin fiyatı yazmaz. Bakkal Bey saya saya para üstünü veriyor. Saya saya para üstünü alıyorum. Konuşmama kararı aldıysanız bazı şeylerin fiyatını aklınızda tutmanız gerekli. Rahatınız için. Hiç konuşmuyorum. Aslına bakarsanız bu konuşmama hali sesimi kullanmamaktan ibaret. Mecburen iletişim kuruyorum. Kafamı sallıyorum. Susuyorum. Mümkün olduğunca bir şeylere itiraz etmiyorum çünkü insanın onaylamadığı şeyleri neden onaylamadığını açıklaması gerekiyor.

“Bir anket yapıyoruz, katılmak ister misiniz?” kafamı sağa çeviriyorum sonra sola. Sağ sol sağ sol. Artık merak etmiyorum ben anketin içeriğini. Eskiden ederdim. Durup demiyorum: “Aslında ben konuşmama kararı aldım biliyor musunuz? Çok eskiden karşılaşsaydık keşke sizinle, o zaman size yardım edebilirdim. Kağıda yazarak da konuşmuyorum, hayır. Konuşmadan da yaşamak mümkün, zor gelmiyor bana, inanın. İnsan, konuşacak bir şeyinin kalmadığını fark ettiğinde büyük bir boşluğa düşüyor. Tut ki siyah beyaz bir düştesin ve gökyüzünde güneş yok. Tut ki artık kendine yalnızca emir cümleleriyle sesleniyorsun. Kendi kendine koca bir hiyerarşinin içindesin. Bütün bunlar bir yana, boş verin bunları, siz varsınız. Siz gençsiniz, ne güzel. İlginç mi? Yok. Siz bir dikkat etseniz, insanlar neleri neleri susturuyorlar kendi içlerinde! Kendinize de bakın. Her bir sözü söylediğinizde diğerine haksızlık ediyorsunuz. Birini seçiyorsunuz. Belki kelimelerin kalplerini bile kırıyorsunuz. Ben bu günahların hiçbirini işlemiyorum. Benim kafam rahat, susuyorum. Sessiz kalıyorum. Ben de yemek yiyorum, ben de caddede yürüyorum. Ben de gayet tabii etten kemikten bir insanım! Aslında ben konuşmama kararı aldım biliyor musunuz?”. Ben bunları deseydim eğer, hiçbir şey değişmezdi. Arkadaşlarına anlatırlardı -belki- unutmazlarsa. Bunamış biriyle konuştuk, derlerdi. Bu masal böyle sürer giderdi.

Bir tablo görüyorum. Zeminde kan var, yeni akmış bir kan bu. Katilin gözyaşları akmış kana karışmış. Katil mi, hangi katil? Bir ağıt yükseliyor bu yer yer rengi açılmış kırmızıdan. Kan kırmızıdan. Kan portakalları vardır bilir misiniz? Ben bilirim. Kimseye bahsetmedim bundan ama kan portakalının suyunu içmeyi sevmem. Soran olsaydı söyler miydim? (Evet söylerdim hem de haykırarak.) Bana kimse kan portakallarının suyunu sevip sevmediğimi sormadı. Ben de kimseye sormadım. Tabloda ölen kişi uzaklaşıyor. Uzaklaştıkça küçülüyor. Ben çok büyük bir günah işledim. Bu düşündüklerimi -henüz konuşmama kararı almamıştım- bir arkadaşıma söyledim. Arkadaşım beni severdi. Muhakkak ben de onu severdim. Sevmesem bunca şeyi bir çırpıda ve hiç duraksamadan ve ağzımı musluğa dayamış kana kana su içer gibi ve bir vicdanımın olduğunun bilincinde ve çaydanlıktaki demin bittiğini bile bile son bir bardak çay içmeye yeltenir gibi ve kollarını açmış ümitli koca bir söğüt gibi böylesine anlatır mıydım? Bütün bunlar şiddetli bir bir bir rüzgar. Tabloyu görüyorum. Sallanmıyor. Ölen kişi uzaklaşıyor. Ölen kişi uzaklaştıkça küçülüyor. Ölen kişi uzaklaştıkça katil yakınlaşıyor. Korkuyorum bu ağlamış bu iki gözü alevden bu elleri kocaman kişiden. “Sen yaklaştıkça ben uzaklaşacağım, değil mi?” diye soruyorum. Yakınlaşmaya devam ediyor. Ben uzaklaştıkça küçülüyorum.

İnsan kimseyle aynı dili konuşamıyor. İkimiz de “kor” diyoruz ama aynı şeyi çağrıştırmıyor bize. Küçükken etrafımızda kor kelimesi kullanıla kullanıla biz de kor kelimesinin ne gibi anlamlara geldiğini öğrendik. İki farklı ailede yetişen iki kişi bu kelimeyi farklı düşüncelerle seslendiriyor. Cümleler kuruyoruz. Bu cümlelerde her bir kelime için bunu düşününce korkuyor insan. En azından ben korkuyorum. Ben bu “en az” kategorisine dahil edilmeli miyim? Konuşmayı gayet bilinçli ve apaçık reddeden birisi. Ben perde diyorum. Senin aklına makaralı sistemle çalışan perdeler geliyor. Benim aklıma dalgalı tüllü işlemeli el emeği göz nuru beyaz perdeler geliyor. Biz seninle aynı dili konuşmuyoruz. Konuşamayız ki! Kurduğumuz her cümledeki kelimeleri bir bir açıkladığımızı varsayalım. Şimdi dillerimiz benziyor. Ama bu kelimeleri açıklarken kullandığımız kelimelerde de aynı dili konuşmuyoruz. Daha da yakınlaşmalı! İlk kurduğumuz cümledeki kelimeleri açıklarken kullandığımız kelimeleri de birer birer açıklayalım. Yaklaştık! Daha da yakınlaşmalı! Ne kadar yaklaşırsak işte o kadar küçülüyor kelimeler. Bir tablo görüyorum, kelimeler seksek oynuyor.

Ben. Dayanamadım. Ben bir. Bütün olanı biteni bir bir anlattım. Ben bir günah. Dayanamadım.  Ben bir günah işledim. Kendimle konuştum.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *