Denemeler

Varoluşsal Kıvraklık: Özgünlüğün Olmadığı Bir Gerçeklikte Özgürlüğün Olanaklılığı

İnsan binyıllar boyunca tanrılar için yaşadı. İnsan, yaklaşık yüz yıldır ‘’kendi’’ için yaşıyor. Binyıllar boyunca kitleleri tanrıların buyruğunu seslendirerek yönlendiren otorite artık bunu eşsizce, mutlak biçimde kendisi için var olmanın olanaklılığını seslendirerek yapıyor. Eşsiz olabileceklerine, arzularının mutlak biçimde kendilerine ait olduğuna inandırılan; otantisitenin olanaklılığı illüzyonuna kapılanların varlığı, Deleuze, Guattari, Foucault gibi post-yapısalcı düşünürler için toplumun, otoritenin manipülasyonu karşısındaki yumuşak karnı. Söz konusu zaafın kaynağı, en yalın hali ile, eylemlerinin subjektifliği ve kendine haslığını içselleştirmiş bireyin yönlendiriliyor olabileceğine dair farkındalığının zayıflaması. Bu, bireylerin özgür olduğunu zannetmeye her an hazır oluşunun ve onlara doğrudan yahut dolaylı dikte edilen edimleri sahiplenerek büyük bir özveriyle işe koyulabilmelerinin önkoşulu.

Kimliği zamanda asılı bir tanımda okumaya dair alışkanlık, sürüp giden yaşamın her anında zihinde beliren, kişinin kim olduğunu cevaplamaya yönelmiş ‘’ben’’ düşüncesi, kutsal ile bağlarını koparmamış insanın zihnindeki ahir dünya düşüncesi ile temel bir benzerlik taşıyor. Edimlerin, olayların; onları sarmalayan anın kendinden menkul bir anlama sahip olmasını engelleyen, yaşam deneyiminin zihindeki izdüşümünün yaşam anlatısının kendisi olarak değil, onu yüceliği içselleştirilmiş bir değere eklemlemeyi amaçlayan bir methiye olarak yazılmasını sağlayan kuvvet, dün tanrısalın, bugün otantiğin buyruğu altında şekilleniyor. İkisi de kişi ve dünya arasındaki saf, doğrudan ve akışkan bağın arasına düşünceyi sokmaktan, kişiyi bilişsel düzeyde taşlaştırmaktan ve onu kendi yaşam öyküsünden ayrıksı kılmakla sorumlu. İnsan, dün kutsal ve sonsuz olanla; bugün özgünlüğün kudretine layık olmak düşüncesiyle büyülenmiş, güç sahiplerinin bu değerler üzerinden gerçekleştirdiği yönlendirmelere karşı savunmasız kalmış durumda.

Kimliğin sabit, yalnızca sahibinin varlığı çevresinde tanımlanan bir yapı olarak kabul edilmesinin bireyler üzerinde yarattığı savunmasızlık Deleuze ve Guattari’nin ‘’üretken uyum’’ kavramı çevresinde okunabilir. Sabit, yaşam anlatısının zamanla eşgüdümlü ilerleyen ve genişleyen yapısına aykırı bir kimlik algısı bireyleri etiketlenmeye, başlıklandırılmaya hazır hale getirir. Kapitalin canlı kalmasını dilediği toplum dinamikleri ancak bireyler üstlenmeleri gereken rolleri üstlenmesi ile mümkündür ve etiketlenmek, bir tanıma sahip olmak için can atan bireyler onlara atanan rollere dört kolla sarılır. Foucault tarafından ortaya konan benzer bir görüş, özgünlüğün bireyleri şekillendirilebilir hale getiren gizil bir normatif çerçeve olduğudur. Ona atanan toplumsal rolü bir kez ‘’kendi’’sinin kabul eden birey, özgünlüğünü ve kimliğini korumak adına, ikinci bir komut gerekmeksizin bu role sadık kalmaya devam edecektir. Bu bağlamda benzer bir düşünceyi paylaşan üç düşünür de kimliğin mecburi olarak toplumsal ve tarihi değişkenler tarafından şekillendirilen bir gerçeklik olarak resmedilmesi gerektiğini savunurlar.

Bu var sayım kabul edildiğinde özne ve nesne arasındaki çizgi kaybolur ve birey kendisini çevresi tarafından şekillendirilen ve onu şekillendiren bir gerçeklik olarak algılamak durumundadır. Özgünlüğün geleneksel tanımından cayan birey, kendisini ondan bağımsız gerçekleşen olayların ve diğer insanların edimlerinin tortusu olarak algılama, üstü kapalı bir boyun eğişi doğrudan dayatılan ve sergilenen bir boyun eğişe değişmek tehlikesi altındadır. Bu noktada irdelenmesi gereken ilk soru, özgünlük ve özgürlüğün hangi ölçüde iç içe geçtiği; başkaldırı, direnç gibi değerlerin özgünlüğe ne kadar yakın konumlandığıdır.

Özgünlüğün özgürlükle ilişkilendiren seslerden en gür çıkanlar varoluşçulara aittir. Levinas, Ponty gibi birkaç ismin eserleri dışındaki varoluşçuluk literatüründe kendi değerlerine sadık yaşamaya çabalayan bir bireyin ve bu bireye baskı kurmaya çalışan diğerlerinin varlığı kabul görür. Özellikle Sartre’ın külliyatında özgünlüğün bu çizgideki yorumu göze çarparken, aynı külliyatta özne ve nesne, post-yapısalcıların resmettiği iç içe geçmiş, bulanık çizgilerle birbirinden ayrılmış, bir ikilik olmaktan büyük oranda çıkmış özne-nesne ilişkisinin aksine ayrık kavramlar olarak ele alınır. Diğerinin özne üzerine yönelttiği dikkat onu nesneleştirmeye, kendinden alıkoymaya muktedirdir ve kişiler sahip oldukları değerlerden diğerinin ‘’bakış’’ından dolayı vazgeçerler. Bu vazgeçiş, kendi değerlerine uygun olmayan biçimde davranma hali çoğu varoluşçu için etik dışı bir davranış, Sartre için doğrudan ‘’kötü niyet’’tir. Bu anlayışa göre bireyler özgürlüklerine, kendi seçimlerini yapma zorunluluklarına kendine has olmaktan caydıkları anda sırt dönmüş olur. Post-yapısalcıların bu anlayışa dair, daha önce değinmiş olduğum eleştirisi ise aslında tek ve basit bir soru üzerinden dallanıp budaklanır: ‘’Kendin ol!’’ denilen şahıs ‘’kendi’’nin ne olduğuna, kendisinin kim olduğunun bilgisine ne kadar hakimdir? Üstelik, ‘’Kendin ol!’’ bize bir başkası tarafından dayatılıyorsa bu komutu takiben sergilediğimiz davranışlar hangi ölçüde bize aittir?

Otantisite ve özgürlüğün birincil çelişkisi ikisinin düşünmek ve yapmak arasındaki çizgide iki ayrı uca konumlanmasından ileri gelir. Özgün olmak adına yaşanmış bir hayatın önemli bir kısmı kişinin kendisine kim olduğu sorusunu sorması ve bu soruya diğerlerine dair hiçbir iz barındırmayan bir cevap bulmaya uğraşması ile harcanır. Sabit kimlik anlayışının ‘’ben’’ arkasında bıraktığı boşluk bireyi düşünmeye iter ve düşünmeye ittiği oranda yapmaktan alıkoyar. Bunun da ötesinde kişi, zar zor yarattığı ve pamuk iplikle bağlı olduğu kimlik düşüncesinden kopmamak, bu kimliği korumak adına diğerlerinin bakışından ve edimlerinden sürekli olarak korkmaya, yaşam öyküsünün sınırlarını daraltmaya mahkum olur. Kimliğin sürekli değişen, oluş halindeki bir gerçeklik olduğu içselleştirilmeden yaşanan bir hayatta eyleme geçmek ne denli mümkündür? Özgürlük bireyin zar zor hareket ettiği bir yaşamın içerisinde ne kadar anlam kazanabilir? Kim olduğundan emin olmayı ilke edinmiş (ancak asla emin olamayan), ne olduğunu dahi bilmediği soyut bir olguyu attığı her adımda diğerlerinden korumaya gayret gösteren kişi, ancak kafası karışık, kısıtlanmış; bu nedenlerle de manipülasyona açık halde resmedilebilir.

Özgünlük ve özgürlük ayrı yıldızlarda yaşıyorsa, kimliğimiz dünya ve diğerleri ile her etkileştiğimizde yeni bir tanım kazanan kaygan bir olgu ise kendimiz adına karar verme yetkinliğimiz hangi olasılıkların arasında yatar? Bir diğer deyişle, aldığımız kararların bize ait yahut uygun olup olmadığını üzerinden okuyabileceğimiz bir dayanak noktası, tam teşekküllü ve durgun bir ‘’ben’’e sahip değilsek harekete geçirmeye niyetlendiğimiz düşüncelerin özgürce olup olmadığını neye dayanarak belirleriz? Özgünlüğe dair dile getirdiğim ithamlar sonrasında, bu kuşkusuz cevaplanması gereken soruların cevabı doğrudan akışkan, oluş halindeki bir kimlik düşüncesinin satır aralarında yatar. Akışkan, sürekli değişen bir kimliğin düşüncesini içselleştirmiş, sabit bir ben fikrine tutunduğu sürece otoriteler tarafından çeşitli rol ve etiketlerle kısıtlanabileceğinin farkında olan birey için özgürlük her an harekete geçebileceği, kendisini her an değiştirebileceği farkındalığında yatar. Kendisinin parçalarını yıkıp yeniden yapmaya her an hazır, özgürlüğüne kast eden rol ve kalıpların üzerinde seksek oynarcasına yaşayan birey, iktidar sahiplerinin rollendirme girişimleri için ıskalanması kolay bir hedeftir. Kişi, tıpkı kurşunlara hedef olmamak için zikzak çizerek koşan bir askeri andırır biçimde sürekli yön değiştirerek, ‘’ben böyleyim’’lerin üstüne gidip nitelik ve yetkinliklerini sürekli esneterek kendi gemisinin kaptanı haline gelebilir.


Comments

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *