1- Arzu, nesnelere değil eylemlere yönelir. O, elde etmeye dair başarısızlıklardan yahut elde etmeleri takip eden hayal kırıklıklarından sorumlu tutulamaz.
İlkin, arzuyu bir güdü olarak sınıflandırmak ve duygulardan ayrıştırmak gerek. İstek, eğilim, heves, motivasyon; başlamak yahut ulaşmaya dair güçlü bir dürtüyü tanımlamakta kesişen kavramların tümü, özne ve nesne arasındaki duygusal bağın niteliğini tanımlama yetkinliğine sahip olmaktan uzak olup, bu bağlardaki duygusal niteliğin sapmalarını engellemek ve onları sürekli kılmak adına etkinlik gösterir. Duygular nesnelere yönelirken, o, bu duyguları canlı tutacak eylemlere yönelir. Örneğin, bir sevda senaryosunda sevilen, maşukun kendisiyken; arzulanan, “o kişiye ulaşma eylemi”dir. Benzer şekilde, küçükken köpekler tarafından kovalanan ve köpek korkusu geliştiren bir bireyin bir köpek ile karşılaştığında hissettiği pekala bir ‘’oradan uzaklaşma arzusu’’, köpek nesnesine atfettiği duygusal yük ise korku olarak tanımlanabilir. Her iki örnekte de arzunun sözü dinlenildiği sürece, öznenin nesne ile ilişkilendiği duygunun niteliği süreklilik ve güç kazanır: Aşık, sevdiğine ulaşmaya yönelik her girişiminde daha çok sevmeye; korkak, her köpek gördüğünde kaçışında köpeklere duyduğu korkuyu beslemeye eğilimlidir.
Bu noktada duygular ve arzu arasındaki ilk belirgin ayrım, arzunun duyguların aksine, durumlar ve koşullar arasında niteliği değişmeyen, görev tanımı her seferinde aynı kalan, tek yönlü bir kavram olmasıdır. O, öznenin yoğun duygulanımlar atfettiği tüm özne-nesne ilişkilerinin içindeki yerini alarak varlığını bu ilişkinin canlandırılmasına adar. Arzunun, arzuyu takip ederek nesneye atfedilen duyguları onaylamayı içeren eylemlerin yokluğunda duygulanımlar tek bir ana ait olmaya ve kısa süre içinde solup gitmeye mahkumdur. Bir nesnenin seçilmesi ve bu nesneye bağlanılması, doğrudan bu bağlanmadan doğan mutluluklar ve mutsuzluklardan sorumlu kılınması gereken olgu duygulardır. Kişiyi uyarımın, duygulanımların üzerinde yoğunlaştığı nesnelerle olan ilişkisi dahilinde, etken kılmayı amaçlayan arzu ‘’elde edebileceği’’ bir nesneye asla sahip değildir. Eylemin doğasına içkin var olan arzu, kişinin duygulanımlarını canlı tutarak onu taşlaşmaktan kurtaran ve onun dünya ile temasını bir fotoğraf makinesinin dünya ile temasından farklı kılan ‘’elan vital’’den başkası değildir.
Ulaşılamaz nesnelere yönelen duygularla eş güdümlü işleyen, işlevsiz bir bağlanmayı canlı tutarak bireyi yıpratıp birer takıntıya dönüşen arzulardan sıyrılmak isteyen kişinin yaptığı ilk hata ekseriyetle arzunun kendisine saldırmaktır. Yüzleşilmesi gereken ilk gerçek, arzunun asla tek başına meydanı terk etmeyeceğidir; nesneye atfedilen duygu varlığını koruduğu sürece, arzu kişiye kendini dayatmaya devam edecektir. Arzuyu takip etmemekte gösterilen irade ancak anı kurtarabilir ve aynı isteğin tekrarlanmasının önüne geçemez. Takıntıların varlığı tek başına arzunun nesnelere değil eylemlere yöneldiğinin ispatı olmaya yeterlidir. Nesnelere atfedilen duygusal yük, ancak bu duyguların geçersizliğiyle yiğitçe bir sıçrama yaparak yüzleşilmesi ve duygunun nesne üzerindeki varlığının absürtlüğünü göz önüne seren argümanları tekraren hatırlamaktan kaçınılmaması ile mümkün olabilir.
2- Arzu, tek kişilik değil, kolektif bir gerçekliktir. O, yalnızca kendini dayattığı bireye ait değildir; tekil düzlemde mutluluğa, tatmine yahut bir diğer gerçekliğe dair vaatler ortaya koymaz.
Arzu harekete geçmeye, harekete geçmek seçim yapmaya içkindir. Heidegger’in ‘’Mitsein’’la açımladığı gibi, kişiler tüm eylemleriyle ‘’diğerleri’’ne yönelmeye mahkumdur. Bir diğer deyişle, edim ve edimin güdüleyicisi kabul ettiğim arzu, ‘’ötekilerle birlikte varlık’’ olan insana ait olduğu sürece paylaşımlı bir eylemdir. Kişiyi şekillendiren, ona kimlik kazandıran tüm edimler üzerinde diğerlerinin etkisi, bu edimlerin ise diğerlerinin üzerinde etkisi bulunur. Bu edimlerin öncülü olan arzu, eylemin ve seçimin başlangıç noktası olarak her biri dünyayı mikro yahut makro ölçüde değiştiren, her biri etik bir kabulün ifadesi niteliğinde olan kararların varlığında pay sahibidir.
Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödipus’unda, Freudyen arzu yorumuna yönelik bir eleştiri olarak, arzunun öne çıkarılan bir niteliği, onun birey yahut aile bağlamında değerlendirilebilirlikten uzak, toplum dinamiklerini şekillendiren yaratıcı bir güç oluşudur. Toplumsal kurumlar; medya, hukuk, pazar gibi etkenler arzuları; arzular ise toplumsal kurumların niteliklerini kontrol eder. İstek, bireysel bir eksikliği ‘’tamamlamak’’tan sorumlu tutulamayacağı ölçüde ‘’başkaları için’’ ve ‘’başkalarıyla birlikte’’ var olan bir gerçekliktir. Arzu, bireyin eksiklikleri, ihtiyaçları, tatmin oluşunun gerekliliğinin üzerinden atlayarak kağıt üzerinde onun için kötü, bir başkası için iyi olan bir eyleme yönelebilir yahut sosyal gerçeklikler tarafından birey için yararsız bir eyleme yönlendirilebilir.
Bu bağlamda arzu, tekil özneler tarafından sahiplenilemez; toplumsal dinamikler tarafından şekillendirilen ve onları şekillendiren, enerji misali yok edilemeksizin, sadece yer (kişi) ve biçim değiştirerek var olan bir itici güç olarak tanımlanmalıdır. Kişi, hayatının en bencil hissettiği anında dahi kendi arzusuyla baş başa kalamaz. O, bireyi mutluluğa yönlendiren basit bir mekanizmadan çok daha ötesi olarak intersubjektif düzeyde var olur. Dolayısıyla o, salt kendini dayattığı birey üzerindeki yaptırımları üzerinden yargılanamaz.
Leave a Reply