Gerçekliğin gövdesinden budaklanmayan duygulanımlar, insanlık için eşsiz bir oyun ve deney sahası. Duygular spektrumunun olumsuz ucuna yerleştirmekte tereddüt etmediğimiz, yaşam deneyimi içerisinde yıkımın öncül yahut ardılı olan duygular dahi soyut yahut somut bir simülasyon tarafından gerçek yaşam deneyiminden soyutlandığında birer keyif unsuruna dönüşüyor. Üzülmek istemeyiz, ancak üzgün şarkılar dinlemekten zevk alırız; yüz metre yükseklikten yere çakılmak istemeyiz, ancak öyleymiş gibi hissettiren bir lunapark makinesine binmek için cebimizden veririz. Gerçek sebeplerin yahut sonuçların olmadığı, duygulanımın yalnızca ait olmasının amaçlandığı zaman aralığında yaşatılacağından emin olduğumuz koşullar altında keder ve korkuya yakın konumlanan tüm duygular birer eğlence aracı.
Birkaç dakikalığına olsun kendimizi kandırarak üzüntü yahut korkuya geçici bir zemin hazırlamak onların kalıcı gerçekliğimiz olmadığı bir yaşamın tadını daha iyi çıkarmamızı sağlayan bir çeşit ruh egzersizi. Gerçek mutluluk ne kadar zevkli, insan ruhuna yaşadığını hatırlatmakta ne kadar başarılı ise yalan bir üzüntü yahut korku da o kadar öyle. Bundandır ki bizim başımıza gelmemiş dehşet dolu olayların anlatıldığı akşam bültenini zevkten dört köşe izliyor, iki kişinin birbirine silah çektiği bir mahalle kavgasını izlemek için pencere arkalarından yer kapışıyor, kendimizi okuduğumuz kitaplardaki ayrılık hikayelerinin içerisinde hayal ederek gözyaşı döküyoruz. Çok severek yaptığımız her şeye olduğu gibi, bunları yapmaya da kendi rızamızla ve mama poşetinin hışırtısına koşan bir kedinin heyecanıyla girişiyoruz.
Özellikle korku üzerinde durmak istiyorum. Merakımın olumsuz duygularla oyun oynamanın korkuya temas ettiği noktada derinleşmesinin kişisel bir sebebi var. Pek yakın bir zamanda arkadaşlarıma artık kendimi korku, özellikle doğaüstü korku ile oynamak aracılığıyla eğlendiremediğimden yakınmıştım. İnsanın sözde olumsuz duyguları simüle edip onlara geçici bir canlılık bahşederek kendini eğlendirme yetkinliği, daima hayran olduğum bu efektif kandırmacanın vaat ettiği neşenin bir kısmı bunun gerçekleşmesi ile ellerimden kaymış oldu. Çocukken birbirimize anlattığımız cinli hikayelerde, izlediğim hayaletli filmlerde, başka hiçbir aktiviteden alamadığım bir haz vardı; doğanın koyduğu sınırlar içinde anlatılmamış korku hikayelerinde bulamadığım bir haz. İnsanları yok eden, evleri ateşe veren, masumları deliliğin içine iten ecinnilerin düşüncesi benim için, belki de bir çocuk kadar düşünebilen herkes için, rahatlatıcı idi. Doğanın dışından gelen varlıkların kötülüğü, sonuçları itibariyle ne kadar korkutucu olursa olsun, insan doğasından doğacak kötülüğün düşüncesinden daha konforluydu. En basit anlatımıyla, sözünü ettiğim hikayelerde okuduğum ‘’Bu kadar kötüsünü ancak insan olmaktan bu denli uzak olanlar yapabilir’’ alt metni içinde yaşadığım insanlık durumuna dair umut verici bir ifadeydi. Korkuyu oyunlaştırmak, onu ehlileştirmek için sergilenen inceliğin çoğunlukla, Ligotti’nin deyişiyle, ‘’doğal çileleri doğaüstü çilelere dönüştürmek’’ten geçmesi belki de bu umudun peşinde olmaktandı.
Yine Ligotti, ‘’Doğaüstü korku vasıtasıyla, çökmeden kendimize ait kader iplerini elimizde tutabilir, dudakları bizim kanımızla boyalı kuklalar oynatabiliriz.’’ derken aynı şeyden söz ediyordu. Korkunç olanı doğaüstü simgelere; vampirlere, zombilere, şeytanlara atfederek insan türü olarak onun sorumluluğunu üstlenmekten soyutlanabilir, yıkımın ve yıkıma karşı duran olmanın sorumluluğunun kendisini unutturduğu koşullar altında korkuyu sindirip onu oyun malzemesi haline getirebiliriz. Bu oyunun ve konfor hissinin yitirilmesindeki dönüm noktası ise kuşkusuz insanları yok eden, evleri ateşe veren, masumları deliliğin içine itenin bizzat insan olduğuna dair farkındalığın geri dönülmez sağlamlıkta içselleştirilmesi. Korkunun, yıkımın, dehşetin insan tarafından var edilip tanımlanmış, ustaca bir girişimle gerçek dışı simgelerin sırtına yüklenmeye çalışılmış ‘’gerçek’’likler olduğu tam anlamıyla sindirildiğinde ise korkunun içine korunmadan, yıkımın gerçek olasılıklarını sezmeden dalmak imkansız hale geliyor.
Aradım şeytanı buldum.
Meğerse yalanmış şeytan.
Hayret ettim, orada kaldım.
Gördüm ki adammış şeytan.
Neşet Ertaş
Leave a Reply