Yalnızlığın çeşitli zümreler ve bireyler tarafından sahiplenilmeye çalışıldığı bir çağın içinde yaşıyoruz. Söz konusu sahiplenme, yalnızlığın deneyimlendiğine dair farkındalığın ötesinde. Çeşitli kişiler ve güruhlar, yalnızlığın kendi var oluşları karşısında diz çökerek kadim tanımından vazgeçmesini diliyor. Bir diğer deyişle yalnızlık bir deneyim olarak algılanmanın ötesine geçerek bir değere, hatta bir onur nişanına dönüşmüş durumda. Bu anlam kırılmasının temelini oluşturan birden fazla unsurdan söz edilebilir. Hepsinden önce, yalnızlığın yaygın bir felsefi ve edebi temaya evrildiği iki yüz yıllık yazın tarihinin yalnızlık kavramını nasıl makyajladığı ve şişirdiğine değinme gereği hissediyorum. Schopenhauer ve onun takipçileri yalnızlığı gelişmişlere, bilgelere ait bir nitelik olarak ele almakla bu hazırlık sürecinin fitilini ateşlemiş oldu. Varoluşçular ise yalnızlığı bir çeşit kaçınılmazlık, içine doğduğumuz bir insanlık durumu olarak ele alıp bu kaçınılmazlığa katlanılabilir bir kılıf uydurmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bu felsefe her ne kadar yalnızlığı herkese ait olarak ele almış olsa da onu birleştirici bir unsur olarak ele almaya girişmedi. Sartre ‘’Cehennem başkalarıdır.’’ derken, Kierkegaard kendine çekilmeyi eşsizliğin anahtarı ve toplum kurallarının ağırlığından kurtulabilmenin başlangıç noktası olarak ele alarak onun bir sözde erdeme evrilişini hızlandırmış oldu. Modern edebiyat ise bizlere Caulfield’ları, Esther’leri, Kathy H.’leri vererek hayatın anlamsızlığına karşı haklı duruşu yalnızlığı tarafından temin edilen bir ben hayal ederken kullanabileceğimiz dayanak noktalarını oluşturdu. Böylece bizler, yirmi birinci yüzyılın içine sahip olduğumuz bir fildişi kule, rüzgara karşı dikilirken etekleri dalgalanan yapayalnız pardösüler ve yalnızlığı seçme hakkımız ile birlikte dalma şansı yakaladık.
Bu noktada sorguladığım söz konusu felsefi doktrinlerin tutarlılığı yahut söz konusu edebi eserlerin değeri olmaktan çok uzak. Yalnızca, yalnızlığa dört kolla sarılıp onu bir apolet gibi üstünde taşıyanların tamamının bu düşünce adamları yahut kurgusal karakterlerle benzer şartlar içerisinde yaşıyor olduğundan şüpheliyim. Ayrıca, tanımını ona sahip olmak isteyen herkes ve her kitle tarafından değiştirmek zorunda kalan yalnızlığın anlaşılabilir, gerçek bir kavram olmaktan neredeyse tamamen çıktığını düşünmeden edemiyorum. Öyle ki, yalnızlık ete kemiğe bürünüp insan olsaydı önce ona atanan niteliklerin sorumluluğu altında ezilerek depresyona girer, sonra da kimlik karmaşalarının en ağırını yaşayarak kendi varlığından vazgeçerdi gibi geliyor. Bu görüşlerimi anlaşılır kılmak için bahsettiğim sahiplenmenin nasıl, kimler tarafından gerçekleştirildiğini örneklemem gerekiyor.
En basit anlatımıyla, içinde yaşadığımız koşullarda diğerlerini gerçekten yalnız olduğuna ikna edebilen, haklı çıkmış olan demek. Bunun daha açıklayıcı anlatımı ise bu kişinin kimin karşısında haklı çıktığı sorusuna verilecek cevabın içerisinde yatıyor. Bizler, her an bizim aleyhimize işleyerek bizi sıradanlaştırmaya ve kendimizden vazgeçirmeye niyetlenmiş birilerinin yahut bir şeylerin varlığına ikna olmuş çağ insanlarıyız. İnandığımız eşsizlik tanımı, içerisinde haklılığın, bilgeliğin, farkındalığın, gelişmişliğin olanaklılığını taşıyor. Kendimizi yalnızca diğerlerinden uzakta yaşayarak değil, yaptıklarımız ve düşündüklerimiz bağlamında ayrıştırarak bizden ayrı var olan bir haksızlar güruhu karşısında mağrur kılmak istiyoruz. Bu noktada şüphe edilmeyi hak eden böyle bir güruhun gerçekten var olup var olmadığı.
Cehennemi temsil eden diğerleri, birbirini kopyalayarak yaşayan akılsızlar topluluğu içimizden birine cehennemi yaşatmak için ihtiyaç duyduğu ilgi ve enerjiye gerçekten sahip mi? Hangi eşsiz diğerlerinin hayal dünyasında, onların düşmanca planlarının düşüncesi içerisinde başrolün sahibi? Ayrıca, her birimiz eşsiz olmak adına elinden geleni ardına koymuyorsa söz konusu koyun sürüsünü oluşturan bireylerin kim olduğunu sorgulamadan edemeyeceğim. Bizlere otantikliğin ve bilgeliğin tanımını sunan, içselleştirmiş olduğumuz anlatıların imlediği cahil, düşman diğerlerinin varlığı bu şüphelerle karşılaştığında büyük oranda boşa düşüyor. Yalnızlığın kişi ve zümrelere ait kılınarak tanımının değiştirilmesi konusunu ele aldığımızda aynı soruları sorma eğilimindeyim. Örneğin giderek popülerleşen bir olgu olan ‘’erkek yalnızlığı’’ karşısında kaç kadının bu yalnız erkek topluluğunun tek başınalığını muhafaza etmek adına etken bir çaba gösterdiğini düşünmeden edemiyorum. Yahut kendisini diğerlerinden farklı olduğuna, öyle olması gerektiğine ikna ederek tek başınalığa hapseden milyonlarcasından hangisi yaşamak istediği fakat diğerleri yüzünden yaşayamadığı dünyanın var edilmesinde kendi payına sahip değil? Bu kişi yalnızlığını bulduğu her fırsatta dillendirirken ve giriştiği yalnızlık yarışını kazanmak için gerçek yalnızın kendisi olduğuna dair açıklamalar üretirken tam olarak önceki cümlede sözünü ettiğim sorumluluktan kaçıyor olmalı.
Yalnızlığı bir pandemi olarak deneyimlediğimiz koşulları hep birlikte oluşturmuşken yalnızlığın bize yahut ait olduğumuzu düşündüğümüz güruha ait apayrı bir tanımını yaparak bu koşulları oluşturmanın suçluluğundan sıyrılmaya çalışıyor olabiliriz. Oynamaya çalıştığımız mağrur mazlum rolü örneklerin ezici çoğunluğunda yalnızlıkla beraber kazanılan olumlu nitelikleri bünyesinde taşıyor olmaktan uzak. Eğer ortak değerler oluşturmak hala olanaklıysa, bunun; yalnızlığın eşsizlikle eşgüdümlü olmayan, tek başınalığın en yalın hali yerine geçen kadim tanımına geri dönmemizle mümkün olduğu kanaatindeyim. Bu ise bir yüzleşmeyi, giderek yayılan yalnızlık durumunu var etmekte kendi garezimiz ve önyargılarımızın payını kabullenmemizi gerektiriyor.
Koray Kurtoğlu
Leave a Reply