Kendini keşfetmek, kendini öğrenmek, kendinin farkına varmak. Tüm bu ifadeler benliğe dair gerçekliği gerçek görmeye karşı sergilenen etken bir içsel gücü imliyor. Varlığını duyumsamaktan bir saniye olsun sıyrılamadığımız, mutlak anlamda içinde yaşadığımız ‘’ben’’i bize keşfedilecek, öğrenilecek kadar yabancı yahut uzak kılanın ne olduğunu merak etmeden edemiyorum. Özfarkındalık kuşkusuz birey ve toplum refahı adına önemi reddedilemez bir değer. Ancak bu değerin geliştirilmesi adına ortaya koyduğumuz çabanın kudretli görünümünün satır aralarında bu çabayı meyvesizleştiren, onu sonsuz bir sarmala dönüştüren bir göz ardı ediş okuyorum.
Kim olduğumuzu bilmemeyi bir önkoşul değil tercih olarak ele almayı deneyeceğim. Bu çabaya girişmemi tetikleyen, yakın zamanda bir ders kitabından okuduğum psikoloji vakasından bir kesit: ‘’ 35 yaşındaki Elizabeth, seanslar sonucunda annesine benzediğini fark etti ‘’. Bu alıntıyı ilk okuduğumda kendi kendime ‘’Kime benzemeyi bekliyordun ki, bana mı?’’ oldu. Alıntıyı benim için ilginç kılan, kişinin yetiştiricisi olan ebeveynin kişiliğinden bir şeyler kapmış olacağına dair temel farkındalığın basitliğini tamamen reddediyor; bu bilginin edinildiği anı bir çeşit epifani olarak yansıtıyor oluşu. Bu aydınlanmanın otuzların ortalarında yaşanıyor oluşu da şaşkınlığımı besleyen bir diğer unsur. Bu aydınlanmayı deneyimleyen kişinin yetişkinliği boyunca söz konusu farkındalığın gelişimini engellemek adına özel bir çaba sergilemiş olduğunu var saymadan edemiyorum. Yıllarca süren ilişkisi boyunca suistimal edildiğini ilişki sonlandıktan yıllar sonra ‘’keşfedenler’’, onyıllar süren hayat başarısızlığının nedenini gece tek başlarına otururken bir anda anlayıverenler de aynı çabayı sergilemiş olmalı.
Bu tür yaşanmışlıklardaki hakikatı bir başkasının hayatını incelerken okumak oldukça kolay. Örneklendirdiğim var sayımsal kişiler söz konusu aydınlanma yahut keşif gerçekleşmeden önce hayatlarını gözlemleyen diğerleri tarafından defalarca kez uyarılmış olmalı. İnsan zihni, deneyimi olduğu şekliyle tanımlamakta yalnızca deneyimleyen kendisi olduğunda, bilgi ‘’kendi’’nin anlatısının bir parçası olduğunda tereddüt ediyor. Bu kendini kandırma potansiyelinin, kimlik ve anılara dair basit farkındalıkları bizlere birer ‘’keşif’’ olarak andıranın varlığını reddetmenin olanağını arıyorum. Bu işe giriştiğimde ise aklıma gelen ilk olgu düşünme eyleminin bilinçli reddi. Elizabeth yahut diğerleri, tek başına kaldıkları anlarda, aydınlanış anlarında öğrendikleri gerçekler tarafından kuşkusuz rahatsız ediliyordu. Bu anlarda zihni işgal eden, ona deneyimin olumsuzluğunu, iradenin yetersizliğini, mevcut durumu değiştirmenin zorunluluğunu hatırlatan bilincin akışını durdurmak adına sergilenen çaba, söz konusu gerçekliğin “gerçek” algılanmasının önünü kesiyor olmalı. Bu, kişinin odağını dağıtmak yahut inzivayı sonlandırmak adına gerçekleştirdiği herhangi bir girişimle mümkün olabilir.
Ağır yaşanmışlıkların reddinin insanları gerçeklik algısından tamamen kopardığı psikoz vakalarını, birçok zihinsel bozukluğun altında kişisel gerçekliğin reddinde ısrarcı olmanın yattığını biliyoruz. Dolayısı ile kendini kandırma potansiyelini, bu potansiyeli ortadan kaldırmanın olanaklılığını incelemek birey refahı adına da önem ihtiva ediyor. Kişiyi sonradan gerçekleşen bir kabullenme yahut kavrayış yeteneği ile değil, içinde yaşanan gerçekliğe dair farkındalıktan bir saniye dahi kopmayarak kabullenişi ertelemeyen bir niteliklikle donanımlandırmak söz konusu potansiyeli ortadan kaldırmanın tek yolu olsa gerek. Bunun mümkünlüğünü sorgulamaya başladığımda ise zihnim mutlak bir inziva fikrini ziyaret ediyor.
Elimizde düşünmek için kendimizden, kendi deneyimimizden başka bir şeyin kalmadığı yalnızlık anlarını yaratmaktan kaçınmak yahut bu anları her seferinde bilinçli olarak bölmek sözünü ettiğim niteliği geliştirmenin önündeki engel olmalı. İnzivaya özel sergilenen, mevcut bireysel gerçekliğin tüm ağır taraflarını anımsamak adına sergilenen cesareti ortaya koyduktan sonra, bu gerçeklikle tam temas kurmanın doğal bir sonuç olduğu kanaatindeyim.Yaşanan bir günün ardından kendini bilinçli olarak, dış uyaranlardan soyutlayarak yalnız bırakma eylemi bana yemek yemek ve sindirim yapmak arasındaki ilişkiyi hatırlatıyor. Zihin, kendisiyle başbaşa kalması için gerekli koşullar sağlandığında ve gerçekliğin anımsanmasından duyulan rahatsızlığa karşı konularak bu koşullar korunduğunda taşları yerine yerleştirmek, yaşananları sindirerek onlardan sorumluluklar, alınabilecek önlemlere dair çıkarımlar yapmaya vakıf.
Bu noktada, “ben”e dair ayan açık bilgilerin kriptik bir nitelik kazanarak aydınlanmalar sonucunda elde edilebilen bilgilere dönüşmesinin altında yatan çabayı, inzivadan bilinçli olarak kaçınmak yoluyla sergilenen etken bir çaba olarak tanımlayabilirim. Bunun gerçekleştirilmesi ile inzivanın doğurduğu anlık bulantı, yaşam süresinin tamamını olumsuz etkileyen halının altına süpürmeler ile takas edilmiş oluyor. Yalnızlığın en çıplak haline zaman zaman, bilinçli olarak dalmanın bir rutin haline getirilmesi ile benliğin bilgisi fark etmek, keşfetmek, öğrenmekten uzak; zaman ile eşgüdümlü ilerleyen basit bir içgörü sayesinde elde edilebilir.
Leave a Reply