Bugüne kadar doğaya ve yaşam deneyimine dair birer sözcüğe indirgemeye cesaret ettiğimiz ne var ise insan için anlam ve kullanışlılık ifade eden nitelikleri ile kağıda düştü. Akıl yürütmenin vaat ettikleri sayesinde insanın doyumsuz anlama iştahının geçici doyum noktaları olan kavramlar ortaya çıktı. Bizden ayrı var olan tüm nesne ve olguları bu sayede insana yakın, insana hizmet eden, insanın bilişsel yetkinlikleri tarafından işlenebilen nitelikleri resmettik ve onları dize getirdiğimize inandık. Düşünmek, insanlık tarihi boyunca dünyayı daha kullanışlı hale getirmek ve onun içindeki varlığımızı güçlendirmek adına en güçlü kozumuz olageldi. Çözümleyerek elde ettiğimiz tanım ve kavramların gerçeğin kendisi olup olmadığı şüphesini üstlenemem. Tek bildiğim bu şüphenin felsefenin yüzyıllarca cevaplamaya çalıştığı bir ontolojik problemin omurgasını oluşturduğu. Hoş, rasyonalizm karşısındaki karşıt duruşunu en doğrudan sergileyenlerden olan sezgici Bergson dahi çözümleyici düşüncenin pratik düzlemdeki önemini yadsımaktan kaçınmış, onun insan hayatının sürdürülebilmesindeki önemini yadsımak kadar ileri gitmemişken benim bu şüphenin hakkını vermek adına giriştiğim tüm çabalar cılız kalacaktır. Düşünmenin ve düşünmenin çözümleyici niteliğinin bizi çevreleyen dünyayı, görmezden gelmeyi hep birlikte kabullendiğimiz bir yanılgı dahilinde de olsa, anlamamızı sağladığı gerçeğini reddetmeyeceğim. Yalnızca ve yalnızca, insanın kendi tefekkürünün nesnesini kendisi yaptı olasılıkta düşünme eyleminin bizi, hatta kendisini yıpratan yanına işaret etmek niyetindeyim. Bunu, düşünme eyleminin ‘’overthinking’’e evrilerek şeytanlaştırıldığı, içerisindeki insanın en büyük merak konusunun kendi benliği olduğu çağımız koşullarında üzerinde durulması gereken bir konu olduğu kanaatindeyim.
İnsanın düşünme yetkinliğinin, zihnin yüzleştiği gerçeğe karşı yetersizliğinden değil uyumsuzluğundan anlama noktasına sıçrayamadığı gerçekliklerden söz etmek istiyorum. Bu ancak niteliklere ayrıştıramadığımız, üzerinden hiçbir benzerlik ilkesine varamadığımız özgelikte bir gerçekliği tasarlamamız koşulunda mümkün. Karşılaşılan gerçekliği oluşturulmuş kavramlara güvenerek entelektüelize etmenin imkansız olduğu; insana kıyasla kavramaya çalışıldığında kendisini bir kara kutuya hapseden böylesine olgulara, bizleri çevreleyen gerçekliğin içerisinde rastlamak neredeyse imkansız. Ancak biliyorum ki insan zihni böylesi bir gerçekliği hayal etmeye muktedir. Stanislaw Lem’in Solaris’indeki bilim insanlarının Solaris’in okyanusu karşısındaki konumu bu türden bir gerçekliği kusursuzca örnekler. Ne dünyamızın canlıları ne de dünyamızın cansızları gibi hareket eden okyanus; canlı, cansız, istenç, bilinç gibi birçok temel kavramı rastgele sıralanmış harflere indirger. Okyanusun enigmatikliği akla hayale sığmamakla sınırlandırılamaz, böylesine bir imge hayal edildiğinde akıl ve hayalin kendisi de boşluğa düşer. Solaris gezegeninin gerçek olduğunu var sayacak kadar ileriye gittiğimizde bile böylesine bir gerçeklikle karşılaşmak için başka bir yıldız sistemine seyahat etmemiz gerekiyor. Aklımızın insan kavramlarına boyun eğdiremeyeceği bir nesne yahut olgu Dünya ve gözlemlenen uzay içerisinde belki de yok. Ancak insan, aklının yabancısı olduğu okyanusu, kendi varlığının derinlerinde keşfetmiş olabilir.
Zihnin tam anlamıyla içe dönmesinden, tüm gücünü kendisi ve insan varlığını anlamak için harcamasından söz ediyorum. Bu, uzak bir olasılık değil; aksine, psikolojinin bir bilim olup insan zihninin bilimsel araştırma konusu haline gelmesiyle yaygın bir pratik. Özellikle, popüler psikoloji terimlerinin gündelik dilin içine yerleştiği günümüzden söz ediyorsak, bu içe dönüş yalnızca bilim insanları için değil, kendisini anlamak için sözde bilimsel kavramlara tutunan tüm bireyler için de geçerli. Yaşadığımız koşullar içerisinde her birey için kendi benliği ve varlığı bir araştırma konusu. Sahip olduğumuz niteliklerin, bilinebilir, zamanda asılı kalmış tanımları yapılabilir gerçeklikler olduğuna; onların laboratuvarlar yahut araştırma yazılarında üretilmiş kavramlarla entelektüelize edilebileceğine inanmak istiyoruz. Bunun mümkün olup olmadığına dair net bir yargıya varmayı amaçlamıyorum. Ancak ‘’overthinking’’den muzdarip bir çağımız insanını dinlediğimizde, onun sürekli düşünmeye mahkum olduğu gerçekliğin ‘’kendi’’si olduğunu öğrenmenin çok yüksek bir olasılık olduğunu görüyorum. Yeni keşfedilmiş türleri, fizik kanunlarını, sosyolojik örüntüleri tek nefeste kavramlara indirgeyebilen insan, söz konusu insan ruhu ve zihninin incelenmesi olduğunda tatmin edici bir var sayımla sonuçlanmaya direnen bir düşünme sürecinin içerisine atılmış oluyor. İnsan huzuru ve sağlığını tehdit edecek ölçüde çok düşünmenin yaygın bir şikayet haline gelmesi, düşünme etkinliğinin bu şikayetlerin yoğunluğu altında bir korku nesnesine evriliyor olması bu sürecin sonuçları arasında. İnsanın benliğini nasıl anlayabileceğine dair bir yöntem haritası sunmayı hedeflemiyorum. Ancak, zihnin dış dünyayı anlaşılır ve kullanılabilir hale getirebilen yetkinliklerinin söz konusu zihnin ve insanın kendisi olduğunda zihni yüzüstü bıraktığını görmekteyim. Ayrıca, insanın kendi zihninin okunu kendisine doğrultmayı alışkanlık edindiği bu çağda, eğer düşünmekten korkan insanlar arasında yaşamak istemiyorsak, düşünme eyleminin aşırı ve korkutucu niteliklerle şişirilmesini bir tehdit olarak algılamamız gerektiği kanaatindeyim.
Koray Kurtoğlu
Leave a Reply