Saçma bir dünyayı karşısına alıp yüzünde mağrur bir ifade ile ona katlanma lütfunu gösteren bir adam hayal ediyorum. Bu adam, aradığı anlamı yaşamın içerisinde bulamayacağı gerçeğini sindirmiş ve hayatı, saçma olmasına rağmen, vazosunu kırmış bir çocuğu affeder gibi affediyor. İlgilendiğim bu adamın hayata bu lütfu bahşettikten sonra yaşamayı nasıl sürdüreceği, kendini nasıl mutlu edeceği değil. Yalnızca onun hayatın anlamlılığı düşüncesinden sıyrıldığı, saçma bir hayatı affettiği süreci şüpheye tabi tutmak istiyorum.
Cevabını merak ettiğim soru, yaşamın anlamsızlığında karar kılanın anlamlılık kriterinin ne olduğu. Bir diğer deyişle, yaşamı saçma kılanın ve onu bu saçmalıktan kurtarabilecek olanın ne olduğuna dair fikir sahibi olabilir miyiz? İnsanlık tarihi boyunca yaşamda anlam arayan ve bulduğu cevaplarla tatmin olmadığında sırtını absürte dayayan us, hayata çözülmesi gereken bir problemmiş gibi yaklaşma hakkını nereden elde etti. Evet, sözünü ettiğim tam olarak bu: hayatın başından beri bir anlam sorunu olarak ele alınması. Ne zaman anlamdan söz eden bir kitabı ellerime alsam, insanın hayatın kendisini onun için anlamlı kılmak zorundaymışçasına sergilediği yaklaşımda beni rahatsız eden bir şeyler buluyorum. Bu, bana kibri hatırlatıyor; absürte ‘’rağmen’’ yaşayanlarda herkesten daha çok sezdiğim bir kibir.
Geçirmeyi gündelik rutinimizin bir parçası haline getirdiğimiz sözde var oluş krizlerini rutinimize kazandıran belli başlı düşünce adamları var. “İnsan usuna yaşamda anlam arama tümseğini atlatarak onu anlamsızlığa hazırlamak için kendi yol haritalarını oluşturan Sartre’lar, Camus’ler, Nietzsche’ler, Kierkegaard’lar, Cioran’lar bizlere bu konuda rehberlik etti. Çoğumuz düşünsel çabalarımızın çoğunu yaşamdaki anlamsızlığı kanıtlamak için harcıyor, enerjimiz kalırsa ara ara onu affedip başını okşuyoruz. Bu düşünce adamlarının eserlerinin kıymetini sınamak amaçlarım arasında değil. Yalnızca anlamsızlıktan her fırsat bulduklarında söz eden bu adamların absürtün kanısına varırken sırtını neye dayadığını merak ediyorum.
Onların söylemlerine göz gezdirdiğimde buluştukları ortak paydanın bir çeşit uyumsuzluk düşüncesi olduğunu görüyorum: insan ve dünyanın geri kalanı arasındaki bir uyumsuzluk. Bu uyumsuzluğun fenomenolojik açıklamasını yeniden yapmak benim üstüme düşmez. Ancak söz konusu düşünce adamlarının anlatılarının satır aralarında insan ve diğer nesneler arasındaki anlamsal bir yarığa dair farkındalığın göze kolayca çarptığı kanaatindeyim. Taşlara, ağaçlara, kalabalıklara bakıp iç geçiren, saçma ve uzak olanı en derinlerinde hisseden bu adamlar ve onların kurguladığı karakterler baktıkları ile kendileri arasındaki boşluğu insansılık üzerinden tanımlama eğilimindeler. Buna örnek olarak Camus’nün Tersi ve Yüzü’nden bir pasaj sunulabilir. Bu pasajda kedisinin yeni yavrularından birini yediğini gören karakter kediye atfedilen tüm insansı özellikler, bu özelliklerin içinde barındırdığı tüm sıcaklık ve yakınlığın solup gittiğini seziyor. Aynı şekilde Sartre’ın bulantısında kestane ağacının köklerine bakarak bulanan Roquentin, ağacı insana yakın kılan tüm özelliklerinden soluklayarak deneyimliyor. Söz konusu anda kökler kara ve düğümlü uzantılara dönüşerek kestane ağacının onu ve parçalarını tanımlayan geleneksel kavramlardan sıyrılıp ucube bir gerçekliğe dönüşmesini sağlıyor. Saçma, en berrak tanımını bu anlatılar içerisinde buluyor. Saçmaya dair temel içgörülerini bu anlatılardan alan bizler anlamlı ve anlamsız arasındaki çizgiyi nesnelerdeki insanlığı, insansılığı standart alarak çiziyoruz.
Dünyanın geri kalanını insanla kıyaslayarak algılama eğilimi, geride kalan kısımda sözünü ettiğim kibrin bel kemiği. Bu eğilimi içimizde taşıyarak yaşamın içerisindeki her şeye insana benzeme sorumluluğu yüklemiş oluyor, bu talebimiz gerçekleşmediğinde ise hayal kırıklığına uğrama cüreti gösteriyoruz. Dünyayı tamamen insan düşüncesi etrafında tasarlıyor olmak bana ister istemez türümüzün kibrini hatırlatıyor. Bize benzeyerek var olmayan, tanımını bizim beklentilerimize göre değiştirmeye direnen nesnelere ‘’saçma’’ yaftası yapıştırma hakkımız olup olmadığından emin değilim. Aynı şekilde bu sözde saçmalığı yüreğimize basarak yaşamamız gerektiğine dair söylemlerin bahsettiğim kibri yaşatmanın bir diğer yolundan başkası olmadığını düşünmeden edemiyorum.
Bergson ‘’Yaşam bir sorun değil, yaşarken duyumsadığımız şeydir’’ derken söz konusu tutumu aşmayı ve nesneleri ‘’kendinde’’ değerlendirmenin gerekliliğini vurguluyordu. Anlam arayışına ve anlamsızlığa dair sancılardan sıyrılmanın sırrı yaşama dair her şeyi bizden önce ve bizden sonra var olabilecek, bizim için değil bizimle birlikte var olan nitelikte değerlendirmekte gizleniyor olabilir. Belki de insanın anlam ve anlamsızlığa dair binlerce yıldır biriktirdiği tüm tanımlardan sıyrılarak zihninin yaşamı duyumsamakla arasına girmesini önlemesi, yaşamı düşünürken türünün kibrini askıya alması gerekiyor.
Koray Kurtoğlu
Leave a Reply