Ağırlık ve hafiflik kavramları, yaşamın anlamlılığı sorununu çevresinde düşünebileceğimiz bir dikotomi vaat ediyor. Ontolojik felsefeye ait kabul edilen bu iki kavram farklı düşünce adamları yahut öğretiler tarafından farklı nitelenir durumda. Bu kavramlara mevcut popülaritesini kazandıran ve onların en kapsamlı tanımını içeren anlatılar ise Kundera’nın Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ve Calvino’nun Hafiflik makalesi. İki yazar, ağırlık ve hafifliğin insan hayatındaki yeri bu ağırlığın kaçınılabilirliğine dair ayrışan görüşlere sahip. Ancak iki yazarın yaptığı tanımlar, ağırlığa sürekli tekrar eden, kalabalığa ait, bireyin özgünlüğünü boğan; hafifliğe ise özgürlüğü kendimize üstlenmemize yardımcı olan, özgün, sırtını devinime yaslayan değerler atfetmekte kesişiyor. Bu noktada ilgilendiğim sorun, eğer bireye mutluluk vaat edebilen ve onu yaşamın sözde boğucu ağırlığından kurtarabilen bir hafiflik varsa, buna nasıl ulaşılabileceği ve bu hafif olma halinin nasıl sürdürülebileceği.
Bir illuzyon olarak yahut ulaşılması gereken bir hedef olarak hafiflik, tarihin sürekli tekrar eden dokusundan ve kalabalığın beklentilerinden, zaman ve uzama dair kısıtlamaları aşarak gerçekleştirilen bilişsel bir zafer. Hafiflik, bireyin yaşamayı mecburen sürdürmediğine, edimlerini tarihin tekerrürü yahut kalabalığın dayatmalarının şekillendirmediğine inanabildiği anlarda deneyimlediği bir çeşit coşku yahut huzur. Hafifliğin, Calvino’nun ele alışındaki gibi, ulaşılabilir kabul edildiği senaryoda ona ulaşmak; gerçekliğe dolaylı yolla bakmanın, ağırlık tarafından her rahatsız edilişimizde gerçekliği izlemek için farklı bir bakış açısı elde edebilmenin özgürlüğünü elde etmek demek. Calvino’ya göre kavramlara ve nesnelere tarih boyunca yüklenmiş uzlaşmalardan sıyrılabilmek, onları geçici olarak da olsa farklı bilişsel yöntemler ve farklı bir mantıkla değerlendirebilmek hayal gücünün ağırlık karşısındaki tek silahı. Üzerinde uzlaştığımız anlamların ötesinde var edilen, kişiye ait anlamlar elde edebilmek bu anlamların üzerimize yüklediği sorumluluklardan kaçabilmek demek ki söz konusu anlamlar Kundera için yaşamayı sürdürdürdüğümüz sürece kendiliğinden solup gitmeye mahkum. Var oluşun bir sorun olan yanının ağırlık, bu sorunun olası çözümünün hafiflik olduğu koşulda, kişi kendine ait; kitlesel ve önceden kabul edilmiş gerçeklikler tarafından her defasında yıkılan anlamlar dünyasını yeniden ve yeniden inşa ederek mutlu olmaya çalıştığı bir döngünün içerisinde yaşıyor. Bir diğer deyişle kişi, soyut düzlemde elde ettiği sınırsız özgünlüğün bir parçasını somut gerçekliğe ayak bastığı her an kaybederek; tasarlamak ve deneyimlemek arasında gidip gelen, yaşama atılımının kendisini tam anlamıyla haklı çıkaramadığı bir senaryoyu deneyimlemenin ötesine geçemiyor.
Hafifliği var oluşun kaçınılmaz ağırlığına karşı sergilenen soyut bir başa çıkma mekanizması yahut edimlerimizin bize ait olduğuna inanarak yanıldığımız anlarda hissettiğimiz geçici mutluluk değil, var oluşun bir sorun olmaktan çok uzak oluşunu simgeleyen bir sözcük olarak tasarlamak istiyorum. Bir diğer deyişle, özgünlüğün hareket yönünü bireyden dünyaya doğru değil dünyadan bireye doğru çizerek onu doğru yönde okumayı amaçlıyorum. Hafiflik, yaşamın kaçınılmaz ağırlığı karşısında akıntıya karşı yüzmeye çalışan edimlerle elde edilen, her an solup gitmeye eğilimli bir tasarı ise ve amaç bu hafifliği bir çeşit kaçış yahut illuzyon olmanın ötesinde değerlendirmekse işe ağırlığı yadsımanın bir yolunu bulmakla başlamak gerekiyor. Benlik algısını yitirmenin eşiğinde yaşayan birey için ağırlık, benliği yargılayıp kendisine benzetmeye çalışan kişiler, bu kişilerin edimleri ve bu kişilerin uzlaşarak isimlendirdiği gerçekliklerin tamamından oluşan bir öğütme makinesi. Bu ağırlığın yok sayılması için bireyin kişiler ve şeyler tarafından sürekli yargılanıyor ve sınanıyor olduğu var sayımından sıyrılabileceğini var saymamız gerekiyor.
Ağırlığın tasarlamaya çalıştığım yeni hali tam olarak bu sıyrılmanın gerçekleştirilememesinden ötürü deneyimleniyor. Bu yargılama ve sınama, eşya ve diğerlerinin kendinde, kendisi için var olan varlıklar olarak değil, bireyin değerleri ve düşünme biçimi aracılığıyla anlaşılabilmekle sorumlu; bu açıdan bireye hizmet eden varlıklar olarak ele alınması eğiliminin bir sonucu. Kişinin algılamak istediği dünyanın, ideal ‘’kendi’’sini kucaklayan dünya tasarısının süzgecinden geçip uyumsuz kalan tasarılar, bir nevi kişiye baş kaldırmış oluyor. Bu yolla, kişi algıladığı tüm gerçeklikler tarafından reddedilme yok sayılma olasılığının olduğu bir yaşam sürüyor. Kişinin öz-kavramına yabancı kaldığı düşünülen canlı cansız ne varsa kişinin karşısında konumlandığı var sayılıyor. Ağırlık, ağırlığın yarattığı temel duyumsama olan acı, nesneler dünyası ile kişi arasındaki bu çekişmenin bir ürünü. Dünyayı değerlendirirken özfarkındalığını denklemin içerisinden çıkaramayan bireyi bu gerilimden kurtarmanın yolu, kendisi dışındaki varlıklar hakkında düşünürken kendini unutabilmesinin bir yolunu bulmak. Bu yolla, düşüncenin menziline giren tüm gerçeklikleri ‘’kendi’’ ile kıyasa tutarak anlamlandırmaya çalıştığı ve her seferinde duvara toslamaya mahkum olduğu ağırlık çıkmazı yok edilebilir.
Koray Kurtoğlu
Leave a Reply